2 Ağustos 2008 Cumartesi

Lou Reed



Siyah deri pantolonu, siyah tişörtü, siyah ayakkabıları, tel çerçeveli gözlükleri ve çirkin bir hırıltıyı andıran sesi .1996 çıkışlı set the twilight reeling albümünün getirdiği başarıdan ve dört yıllık bir suskunluktan sonra 2000 çıkışlı ecstasy albümü şaşırtıcı biçimde akıllı, cesur ve eğlenceli olan bu çirkin adamın son sıçrayışı ve bu albümde de new york soundundan ayrılmadan, epik sözler ve saf şiirin, senfoni ve paranoyayla birleşmiş 21. yüzyıl bluesunun ve rock&rollunun birleşiminin bir ifadesi… Lou reed'in 21. yüzyıla eksiksiz dehası, sanatı ve tıkır tıkır işleyen bir bedenle girdiğinin ve rock&roll starlığına şüphe götürmez bir şekilde oturduğunun da bir kanıtı…

İnce ama güçlü bir bedene sahip olan Reed, kendi yaşının yarısındaki bir adamın enerjisine, aynı zamanda da birden fazla yaşamı içinde barındıran birinin bilgeliğine ve otoritesine de sahip. öyle ki; bu, ufak tefek ama heybetli şarkıcı/söz yazarı/gitaristin 32 yıldır aralıksız süren çalışmaları delilik ve umut, tutku ve aldanış, yansıma ve bağımlılık, entelektüellik ve cahillik, melekler ve orospular, mahkumlar ve gardiyanlar, vahşi çocuklar üzerinedir. bu kişilikler kendi içlerinde de karmaşadalardır ve bir dolu hatıra, kabus, imaj, gölge ve karikatürler, gizem Lou Reed'in rock&rolla 17 yaşından beri devam eden aşkını sarmalamıştır.

Reed, 2 mart 1942'de Brooklyn'de muhasebeci bir baba ve ev kadını bir annenin çocuğu olarak doğdu. Long Islandın bir kasabası olan Freeport'ta büyüdü. 14-15 yaşlarındayken gitar çalmayı öğrendi ve ilk şarkılarını, sözlerini yazmaya başladı. 17 yaşındayken, kötü notları, farklı ve sınır tanımaz davranışları, sürekli ruhsal çalkalanmaları nedeni ile çoğu muhafazakar, orta sınıf ailelerin yapacağı gibi, onu başka bir baskıcı, muhafazakar ve orta sınıf kuruma yolladı: elekto-şok tedavisine… Bu tedavi kesinlikle öldürücüydü. Reed o günleri şöyle tanımlıyor: “Kitap okuyamazdınız, Çünkü 17. sayfaya geldiğinizde 1. sayfaya geri dönmek zorundaydınız” ; “ Eğer bir blok boyunca yürürseniz, nerde olduğunuzu unuturdunuz.”

Bu tedaviden sonra syracuse üniversitesine kaydolan reed, burada gitarist sterling morrison`la tanıştı ve hemen bir kaç yıl sonra da basist John Cale onlara katıldı. 1965'de baterist maureen “moe” tucker'ında onlara katılmasıyla “the velvet underground” adı altında, çok geçmeden tüm dünyanın ismini duyacağı grubu kurdular. grup ismini dönemin kültü haline gelen, ucuz bir pornografik romandan aldı.

11 Kasım 1965'de grup new jersey'de okulun festivalinde ilk kez sahne aldı ve bundan bir kaç ay sonra greenwich kasabasında café bizarre'de çalmaya başladılar. andy warhol greenwich' de onları dinlemeye geldiğinde reed sahnedeydi ve mazoşizm, transeksüellik, overdose hakkında şarkılar söylüyordu. warhol`un çok hoşuna gitti ve böylece warhol menajerliğini yapabileceği iyi bir gruba, grup da kendileri yetiştirebilecek bir menajere ve warhol kaynaklı muhteşem bir vizyona sahip oldular. warhol`la beraber, dünyanın gözbebeği olan, “factory” ye geldiler. burası sanatçılarla, müzisyenlerle, hippielerle çevrili bir fabrikaydı. 1965'de new york'da factory`nin merkezinde olmak yeniden yaratılmak demekti. en fazla 500 kişiden oluşan bir hayran kitlesine sahip, tek bir albüm bile satamamış bu münzevi grup içinse şimdi “sanat olmak” demekti.

1966`da grup, yine warho ekolünde yetişen 29 yaşındaki model/aktrist/şarkıcı nico ile beraber ilk albümlerini kaydettiler : “the velvet underground & nico”. albüm “sunday morning , femme fatale” gibi sonradan hit olacak parçaları da içeriyordu. birgün “moongoddess” olarak çağrılacak şarkıcı nico`nun kederli, romantik müziği ve hipnotize edici, histerik, monoton sesi ilk kez bu albümde duyuldu.

1970'lere gelindiğinde velvet'ın dağılmasıyla, solo kariyerine başlayan reed`in david bowie yapımcılığında gerçekleştirdiği ilk iki albümü de piyasadadır: “lou reed” ve “transformer”. bu albüm reed`in en popüler şarkısını da içeriyordu. “walk on the wild side”. 30 yıldan beri 20 den fazla albüm ve yüzlerce şarkı yapan reed`in, menfaatlerin durmaksızın yükseldiği, herşeyin giderek çirkinleştiği ve talepkarlaştığı bu dünyaya bakışı kesinlikle karmaşıktı ve bu rock&roll simyageri için ona bahşedilmiş en büyük hediyeydi.reed'in amerikası kesinlikle planlanmamış bir yerdi. bu kültürün deliliği çok daha güçlü ve şiirseldi. bu delililiğin içinden hastalıklı beyniyle reed, bize suikast gibi şarkılar, enjektör gibi aşk sözcükleri, muhteşem manzaralı adalar, çıplak ölümler ve yüksek gökler sundu. kurbanın değil, sadece hayatta kalanların varolduğu bir dünyayı anlattı. 30 yıldan uzun bir süre lou reed, kişisel-politik kombinasyonların mitleri yarattığı bir amerika`nın tarihini yazdı. son solo albüm, ecstasy, işte böyle bir hayat duruşunun, böyle bir müzikal stilin devamı olarak ortaya çıktı ve “heroin”in, “sweet jane”nin, “sister ray”in enerjisinin devamı niteliğini taşıması da bu yüzden.

“tutkuyu ortaya çıkartan basit kelimeler…” reed, saf şiirle bezeli şarkı sözlerinde hep bunu yakalamaya çalıştı. herşey bir hikayeydi ve o bir yazardı. kendine dışarıdan bakmayı bilen karakterlerin hikayelerini anlatan bir yazar. belki de onu rock tarihinin en göze batan figürü, bir efsane hale getiren şey de tam buydu. umutsuzluktan, madde bağımlılığından, şiddet ve cinsel sapkınlıktan, sosyal baskıdan bahseden biri olması ve bunu yaparken asla popülerliğin tuzaklarına düşmemesi. kibirli ama aşağılanmış, bakılmamış ve umursanmamış, kesinlikle kaba… hemen hemen tüm ünlü junkielerle aynı kaderi paylaşıyordu. 1996`da trainspotting filmi için “perfect day”i yaptığında bir başka uyuşturucu hikayesini yazmasının nedeni de sanıyorum buydu. bugüne kadar hiç kimse bu kadar güzel, bu kadar yalnız mutluluk şarkıları yazmadı. fakat “umarım yaptığım yeterince saf, iyi dürüst, düşünceli ve etkileyici olmaktır.” diyebilecek kadar da mütevazi biri olarak ismini rock tarihine altın harflerle yazdırdı.

30 yıldan uzun bir süredir, yüzlerce muhteşem şarkıya imzasını atmış, çok büyük bir başarı elde ederek çoğu müziksever ve müzisyen tarafından adeta bir guru kabul edilmiş olan reed, “ecstasy” nin 6 haziran'da seattle'da açılışını yaptığı turnesinde ona eşlik eden basist fernando saunders, gitarist michael rathke ve baterist tony smith`den oluşan müzisyen grubuyla beraber hem albümünün muhteşem parçalarını – like a possum, rock minute – hem de 30 yıllık müzik serüveninde onu bir efsane kılan parçalarını turkiyede de seslendirdi.

Hiç yorum yok: