26 Aralık 2010 Pazar

ellerimi gördüğünde
parmaklarım okşarken bedenini
sen beni hiç sevdin mi?
Acımak... Acıyanın da zavallılaşmasını gerektirir

aslında herkes birer külkedisi

Aslında herkes birer külkedisi... Dışarıya çıktığında, balkabağını araba yapan, tuvaletlerini giyen, baloda prenses olarak gezinen, saat 12'yi vurduğunda evine dönmek zorunda kalan Külkedisi... Çünkü, gerçekte çektikleri eziyeti ve düştükleri kötü durumları kimsenin bilmemesini ancak böyle sağlayabilirler.

Şanslı olanlar, bazen ayakkabılarını düşürür ve birileri o ayakkabının peşinden giderek onlara ulaşır. Gerçekleri görmesine, kendini bulmasına yardımcı olur. Şanssız olanlar ise Külkedisi olarak korkularıyla küllerinin içinde yaşamaya devam ederler.

Bizler ise; Külkedisi olmayı reddedenleriz. Balkabağınıda, prenside, baloyuda kendi gerçekliğimiz haline getirip, saat 12'yi vuracak korkusunu hissetmeden, sabahlara kadar yaşamayı seçenleriz!

'Böyle adama
yaklasmaz hicbir güzellik
Doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
Almak icin bütün sızılari içine.'

12 Aralık 2010 Pazar

''Artık benim değil'' diye düşündü gerçek bir özlem duymaksızın.Bir başkasına alıştı ve kuşkusuz unuttu beni. Böylesi çok iyi. Dolaşmaya alışmış kimse, ayrılık vakti geleceğini her zaman bilir.

18 Kasım 2010 Perşembe

elveda

yalnızlık özgürlük kadar kutsal
kutsal her ne demekse
ölüm kokusu biraz kadınca
terden ıslanmış kadın misali
özgür bir kadınla olmak
yalnız bir ölüyle sevişmeye benzer
güneş düşmanın olur
geceye sığınmaktır kurtuluş
gözbebeklerin küçülüp kaybolduğunda
kötü düşlerin özgür prensesi
gümüş bir mermiye saklanmıştır artık
elveda
sonu gelen her şey için

1998

Kadıköy Underground Poetix'den 2040 #99

soğuk kırmızı

kırmızı kazak soğuğu sever
doğasında vardır bu
nasıl ki şehvet
günah ile koyun koyuna yatar
bu da öyle bir şey
zaman hep kısa
son hep aynıdır
yine de denemekten
alamaz kendini insan
yüklemiştir tüm gereksizliklerini
kırmızı soğuk kazağa

1999

Kadıköy Underground Poetix'den 2040 #99

17 Kasım 2010 Çarşamba

İnsan sevdiğini görmediğinde...

Kıskançlıklarla, kuşkularla, hesaplaşmalarla süren sancılı bir aşkın orta yerindeki bir sevişmeden sonra adam seviştikleri odadan çıktığında başlayan bir hava bombardımanında ev isabet alıyor ve adamın biraz önce geçtiği bölüm çöküyor.
Daha iki dakika önce koynunuzda olan birinin yok olduğunu görüyorsunuz.
O korkunç anda kadın yaşadığı çaresizlik karşısında, aslında pek de inanmadığı Tanrı’ ya sığınıyor.
Dizlerinin üstüne çöküp yalvarıyor.
“İnandır beni” diyor, “o yaşarsa sana inanacağım. Ona bir fırsat tanı. Bırak mutluluğuna sahip olsun. Bunu yap, inanacağım sana.”
Ve Tanrı’yla bir pazarlığa oturup en çok sevdiğini geri alabilmenin karşılığında Tanrı’ya en çok sevdiğini vermeyi öneriyor.
Eğer biraz önce o kapıdan çıkan erkek yeniden o kapıdan sağ olarak dönerse, o erkeği bir daha hiç görmeyeceğine söz veriyor Tanrı’ya.
“İNSANLAR BİRBİRLERİNİ GÖRMEDEN DE SEVEBİLİRLER, değil mi” diyor, “seni hayatlarında bir kere bile görmeden seviyorlar.”
Graham Greene, “Zor Tercih” isimli romanında, erkeğin dönüşünü gören kadının duygularını yalın bir dille anlatıyor.
“O anda Maurice girdi içeri. Yaşıyordu. İşte şimdi onsuz olmanın ıstırabı başlıyor diye düşündüm ve yine kapının ardında ölmüş yatıyor olmasını istedim.'
Kadın, sevdiği erkeğe kavuşmuş ve onu kaybetmişti.
Ve onun yaşadığını gördüğü anda, biraz önceki pazarlığın ağırlığını fark edip, “keşke ölseydi” diyordu.
Bundan sonra, bir insanı görmeden de sevmenin mümkün olup olmadığını öğrenecekti.
Romandan yapılan filmde, “Tanrı’ yı görmeden seven insanların” birbirlerini de görmeden sevip sevemeyeceklerini, iki sevgili unutulması zor cümlelerle tartışıyordu.
- İNSAN SEVDİĞİNİ GÖRMEDİĞİNDE AŞK BİTER Mİ?
- Düşünsene, Tanrı’ yı bir kez bile görmedik ama onu seviyoruz.
- Ama benimki o tür bir sevgi değil, Sarah.
- Belki de başka bir tür sevgi yok, Maurice.
Aşk, bir insanı Tanrı’ yı sever gibi sevmek mi, onu görmeden ama onu hissederek onun varlığına bağlı kalmak mı?
Bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir işarete muhtaç olmadan, onu besleyecek bir bedene, bir vaade, bir ümide ihtiyaç duymadan, tek başına da sürebilecek kadar güçlü bir sevgi mi aşk?
‘Sevmeye devam edebilmek için onu görmeliyim’ demeyecek kadar büyük bir iman, büyük bir bağlanma mı?
Bir ruhun bir başka ruha sarılması ve bu sarılışı bir bedene gerek duymadan da sürdürebilme mi?
‘Tanrı’yı sevdiğim kadar severim seni’ diyebilmek, böylesine korkunç bir bağlılığa rıza göstermek mi aşk?
Peygamberler bile Tanrı’ ya bir kere yüzünü göstermesi için yalvarırken, hiç görmeden de ruhunu bir başka ruha adamak mı?
Hayatın içinde, insanların sevmek için görmeye ihtiyaç duyduğuna şahit oluyoruz; kaybedişler unutuşları da getiriyor; bir bedenin aracılığı olmadan bir ruha bağlılığımızı da çok sürdüremiyoruz. ’Tanrı’ mız’ olmuyor sevdiğimiz; imanımızı çabuk kaybetmeye, bütün inançsızlar gibi sevgimizin sürmesi için bir kanıt görmek istemeye çok yatkınız.
‘Belki de sevmenin başka türü yoktur’ diyen birilerinin romanların, filmlerin arasında dolaşması ve bizim o insanları hayatta da bulacağımıza dair ümidimiz, bizi aşka doğru çeken.
Böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar yazıyor, böyle bir ümidimiz olduğu için şiirler, romanlar okuyoruz.
Neredeyse bütün hayatını kendi inancıyla dövüşerek geçiren Graham Greene’in ‘Tanrı’ yı görmeden seviyorlar, ben de onu görmeden severim’ diyen bir satırı yazması, bize aşkın çekiciliğini yaşatan.
Bu satırı okumak, bunun gerçek olabileceğine inanmak, bu hayali benimsemek, bizim sıradan hayatımızı, bizim yaşadığımızdan daha renkli, daha çekici, daha heyecanlı kılan.
Hiç rastlamasanız da ‘bir insanı sevmenin bir Tanrı’ yı sevmek gibi bir şey olduğunu’ yazan birinin varlığı, sizi, bunu söyleyebilecek birinin varlığına da inandırır ve o inançtır ki, bence, sizin hayatınıza mana katan.
Aynen, ‘Tanrı’ yı görmeden sevmek’ gibi siz de bir insanın başka bir insanı hiç görmeden sevebileceğine, o insana hiç rastlamadan inandığınızda, romanların size itaat ettiği o kutsal topraklara girmek için, o toprakların sınırlarında içiniz ürpererek dolaşmaya başlarsınız.
Birisi tarafından öyle sevilmek istersiniz.
Ve birisini öyle sevmek.
Ancak o zaman, gerçek bir mümin gibi, çekilecek olan acıları değil, bir tanrısı olan bir kainatta yaşamanın mucizesinin fark edersiniz.
Acı dolu, isyan dolu bir mucize.
‘Keşke inanmasaydım’ dedirtecek, ‘keşke onu böyle sevmeseydim’ dedirtecek bir mucize.
Ama bütün acısına, bütün kederine, bütün yalnızlığına rağmen vazgeçilmeyecek bir mucize.
O mucizeyi görenlerin ondan kolay kolay kopabileceklerini sanmam.
İnsanların bütün nankörlüklerine, alaylarına, hor görmelerine, inanmamalarına karşın tek başına kendi inancıyla yaşayan, kendi inancının yüceliğinde diğer insanların zavallılığını, yetersizliğini, aşksızlığını görüp, onlar için üzülen ve kendi sevgisine sıkı sıkıya tutunan bir ahir zaman peygamberi gibi, başkalarına bomboş gözüken bir çölde, o çölün boş olmadığını hissederek yürürsünüz.
Sizin bu yürüyüşünüz, bir gün bir romanda ya da bir yazıda bir satıra dönüştüğünde, sizinle alay eden nice insanın çorak ve loş hayatına sizin hayatınızdan bir ümit ve ışık sızar.
Büyük bir ödülün ve büyük bir cezanın sahibisinizdir.
Bir insanı bir tanrıyı sever gibi sevebilecek bir güçle ödüllendirilmiş.....
Bir insanı bir tanrıyı sever gibi sevebilecek kadar güçlü olduğunuz için de cezalandırılmışsınızdır.
İnsanlar Tanrı’ yı görmeden seviyorlar.
Ama Tanrı’ ya inananların çoğu, bir insanın bir başka insanı hiç görmeden sevmeyi sürdürebileceğine inanmıyor.
Ben, Tanrı’ yı inanan Graham Greene’ e inanıyorum, ‘bir insan başka bir insanı hiç görmeden de sevmeyi’ sürdürür.
Benim inancımı paylaşanlar, bir gün öyle sevmeyi ve öyle sevilmeyi bekleyecekler, bu inanç, onların içinde kapatıldıkları küçük hayatların sınırlarını yıkıp onları vaat edilmiş hayallere taşıyacak.
Bir gün biri onlara diyecek ki:
- Belki de başka tür bir sevgi yok, Maurice.


ahmet altan- kristal denizaltı

Kıskanmak ve içimizdeki bıçak

Bıçağı saplayan çıkarsın isteriz.

Kuşkunun yada kaybetme endişesinin hançerini kim içimize sapladıysa, onu oradan çıkarma ve yaramızı iyi etme kudreti de yalnızca ondadır çünkü.

İçimize yerleştiği andan itibaren sivri pençeli bir kuş gibi bizi didikleyen kıskançlığı, insanoğlunun en çözümsüz dertlerinden biri haline getiren de, çareyi o kara kuşu içimize yerleştirip bizi çaresiz bırakanda aramak zorunda kalmamızdır.

O kara kuş sanki boynuna takılı gizli bir iple onu oraya yerleştiren sahibine bağlıdır, o uzaklaştığında kuşun pençeleri dahada keskinleşir, gagası değdiği her yeri dağlayan zehirli bir diken gibidaha derina batar ; sahibine yaklaştıkça vahşeti azalır.

Ve biz acımızı hafifletebilmek için o kara kuşun sahibinin peşinden sürüklenir gideriz. Bütün istediğimiz kuşun sahibine kimsenin dokunmaması, onun kimeye yaklaşmamasıdır. O birinden hoşlandığında veya dokunduğu zaman içimizdeki bıçak kımıldar, kuş canavarlaşır.

Şeytanın yarattığı bir gökkuşağı gibidir kıskançlık. İçinde siyahtan mora doğru her türlü karanlık rengin kıpraştırdığı bir gökkuşağı;
sevdiğin tarafından sevilmediğin endişesinin yarattığı keder, istediğine dokunamamanın getirdiği huzursuzluk yalnızlık duygusu, beğenilmediğine inanmanın yarattığı aşağılanma, bir başkasının sana tercih edildiğini düşünmenin getirdiği eziklik ve öfke, alay edilme korkusu, benliğine olan güvenini kaybetme sonucunda kendini değersiz görme, bir başkasının beğenisine muhtaç olduğunu hissetmenin zavallılığı.

Bütün bu karanlık, bu yok edici duygular demirden bir kapak gibi kapanır üstüne.

Kendini tutsak, kıskandığını özgür görürsün.
Sen kımıldayamazken onun her an başka biriyle oynaştığını hayal edersin.

Şüphelerin bilenir.
Hayaller uydurursun.
Belki de kendini çok aşağılanmış bulduğundan, kendinden intikam almak ister gibi, canını en çok yakacak hayalleri yaratırsın zihninde, onun bir başkasıyla nasıl seviştiğini, neler fısıldadığını, neler yaptığını en ince ayrıntısına kadar canlandırırsın aklında.

İyi haberlere inanmakta güçlük çekersin, kötü haberlere ise inanmaya hemen hazırsındır.

Kıskançlık başladıktan sonra kuşku keskin güçleriyle öyle bir kemirirki içini, içinde herhangi bir şeye inanabilecek sağlam tek bir yapı bile kalmaz, uçurumlarla dolar zihnin, inanmak istediğin, inanmaktan duyacağın her haber, her bakış, her söz, her gülümseme, aynı kuyruklu yıldızlar gibi , bir anlık ışıkla parladıktan sonra o uçurumlara doğru kayıp yok olur.

Ne gariptir, seni sevindiren o gülümseyişi görüp o sözü duyduktan sonra, o bir anlık sevinci yaşayıp da ardından kaybedince kuşkuların eksileceğine dahada artar, o gülümseyişin seni aldatmak için olduğunu düşünürsün, bu sefer kuşkularına düşmanlık karışır.

Ve bir insanın birini hem sevip hem de ona düşmanlık duyması kadar zor bir duygu ikiliği, inanın az bulunur.

Bu hal, bıçağın artık iyice saplandığı, kuşun kanatlarını açarak çılgınca çırpındığı bir andır.

Bıçağı sokanın bile acıyı yatıştırmakta zorlanacağı bir hal. Yine onun peşindesindir, onun yanında olmak, onu görmek, onun bir başkasına dokunmadığından emin olmak istersin ama, ama artık acı sahibinden bile kopmuş, bozulmuş bir ordu gibi denetimden çıkmıştır. Kıskandığın her kıpırdandığında bıçak derine girer kuş canavarlaşır. Acıyı iliklerine kadar hissedersin. Bu acıdan kurulmak için ölmeyi ve öldürmeyi bile düşünürsün. Othello, böyle bir durumdayken karısının değil de düşamanının sözlerine inanır, o iri ve siyah elleriyle okşamaya kıyamadığı o beyaz boynu sıkar.

Shekespeare, bir insanın içinde sevdiğinden kuşkulanmak için ekilecek kötü tohum bekleyen uğursuz bir toprak olduğunu anlatır piyesinde. O tohumun nasıl büyüdüğünü, kıskançlığın her duygudan daha büyük ve daha geniş bir ağaç haline gelip bütün duyguları gölgesiyle örtebileceğini gösterir. Artık her baktığında, eskiden sevgiyi, neşeyi, sevinci gördüğün yerlerde ihaneti ve aşağılanmayı görürsün. Birisini istemenin ağır bir zincir gibi bütün ruhuna dolandığını, seni güçsüzleştirdiğini, seni senden çaldığını hissedersin. Bir yandan zinciri biraz gevşetsin, bıçağını biraz çeksin diye yalvarır, bir yandan da seni yakıştıracak her sözü kıskandıracak bir tuzak gibi görürsün. Çırpınmaya başlarsın. Acıklı ve zavallı bir çırpınıştır bu. Sesin değişir, bakışların değişir, konuşman değişir. Daha önceleri seni güldüren bir şaka şmdi yaralayan bir alay olarak çarpar kulaklarına. Öfkelenirsin, kabalaşırsın; çaresizliğin acıklı çirkinliği yerleşir davranışlarına. Sevilecek yanlarını kaybedersin. Artık iyileşmek bile değildir istediğin, zaten iyileşbileceğine olan inancını da elden kaçırmışsındır, istediğin kıskandığının canını acıtmak, onu cezalandırmak, senin çektiğini onunda çekmesini sağlamaktır. Ama bunu pek başaramassın... Onun ne canını yakmayı başarabilirsin, ne onu güldürmeyi başarabilirsin. Sıkılır ve sıkarsın... Acı dayanılmaz hale geldiğinde, bir gün kendini aniden kurtulmuş, özgürleşmiş, iyileşmiş hissedersin; yalancı bir duygudur bu, sevinçle sarılırsın ama, ama aynı kabuslarda olduğu gibi sarıldığın o sevincin kısa bir sürede ellerinin arasında bir kedere dönüştüğünü farkedersin. Bu kısa sevincin ardından gelen sarsıntı ise büyük bir şaşkınlık yaratır. Ama bu sarsıntı iyileşmenin ilk işaretidir. Altında ezildiğin, seni sen yapan ve ruhsal mimarini ayakta tutan bütün sutunları birer birer kırıp çökerten o acılara, şüphelere, aşağılanmalara daha fazla dayanamayan varlığın, neredeyse senden bağımsız bir şekilde hayvansı bir içgüdüyle kurtulmak için silkinmeye başlamıştır.

Kurtuluş anları daha sık yaşanır olur. Ancak kıskançlıktan ve acıdan kurtulurken sevgidende kurtulduğunu, sevdiğine duyduğun sevginin azaldığını başladığını hissedersin ki, buda başka bir acı yaratır, çünkü insan birini severken onu sevmekten vazgeçme ihtimalini düşünmeye bile tahamül edemez. Üstelik ortada kapanmamış bir hesap vardır. Sen acı çekmişsindir; sevdiğini sevmekten, kıskandığını kıskanmaktan vazgeçtiğinde çektiğin acının intikamındanda vazgeçeceksin demektir. Hayat gariptir, kıskançlık yeni başladığında cılgınca kurtulmak ve sevmekten vazgeçmek istediğinde değil de, kurtulma duygusunun seni üzdüğü, vazgeçmek ihtimalinin seni tedirgin ettiğinde vazgeçmeye başlarsın. Bir macera bitmektedir.

Bir zaman sonra tümüyle kurtulur ve özgürleşirsin. Ama bir vakitler köle olduğunu gösteren o damga vurulmuştur ruhuna. Sapı kırık bir bıçak, ölü bir kuş iskeleti kalır içinde. Bıçağı sokan çıkarır çünkü; o çıkarmadıkça, keskinliğini kaybetmişte olsa o bıcak orada durur. Bazı sabahlar için titreyerek, özleyerek, özlemle ve kederle uaynırsın; o bıçağın ruhuna saplandığı anki ateşi hissedersin içinde ama o ateş yüzünde tuhaf bir gülümseme bırakarak çabuk söner. Bıçağı sokanın çıkarmadığı, kapanmamış bir hesabı taşıdığını hatırlarsın sadece...


ahmet altan - kristal denizaltı

10 Kasım 2010 Çarşamba

bak takılmana!

kendini suç-la-ma
suçlamaktan vazgeçsen diyorum
uyan çık artık o kafadan
daha da fazla uzatmadan!

dostum içinden geçenleri
tutmasan diyorum
yüzüme baka baka konuşssana
biraz biraz anlatsana!

haydi haydi haydi takma kafana!
ooooooooo
sallaya sallaya bak takılmana

ooooo

hepsi boşu boşuna
hep boşu boşuna

herşeyi şimdi şu anda silebilsen diyorum
zamana karşı yarışmadan
iyisini kötüsünü ayırmadan
sinirini bozma gelir geçer kırmızı muhabetler
gel atalım her dakikaya
herşey yolunda inan bana!


haydi haydiiii
taaaaaakmaaaaa kafana!

oooooooooooww
sallaya sallaya
hepsi boşu boşuna
hep boşu boşunaaaa!
yeter artık kendine gel
dur çok fazla coşma
elimden gelen bu kadar
bekle bekle konuşuruz bir ara
kaldır kolunu havaya
teslim ol pişman olma
ateş etmeden son defa düşün bir daha!

bum bum bum yavaş! yavaş!

sen seni hiç mi sevemiyosun
belki kendine güvenemiyosun
sus soru sorma
cevabın yok tanıyamadın daha
bana öyle bakma kaldıramam
içimden geçeni saklayamam
kısa kısa uzak ara
görüşürüz sonra!

yavaş! yavaş! yavaş!

athena
hoooowwwww

19 Ekim 2010 Salı

Yumurta Üretiminde Dünyada İlk 10 Ülke Arasına Girebilmeyi Hedefliyoruz

Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker, “Türkiye'de yılda 14 milyar adet yumurta üretiliyor ve dünya yumurta üretiminde 11. sırada bulunuyoruz. Hedefimiz yumurta üretiminde Türkiye'nin ilk 10 ülke arasında yer almasını sağlamak” dedi.

Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker, Yumurta Üreticileri Merkez Birliği tarafından organize edilen ''Dünyanın en büyük omleti''(110 bin adet yumurtayla) rekor denemesinin yapıldığı CEPA AVM önündeki etkinliğe katıldı. Burada bir konuşma yapan Bakan Eker, verilen destekler sonucunda yumurta ve beyaz et üretiminin ve ihracatının arttığını söyledi.


Türkiye’nin yılda 14 milyar adet yumurta üretimi dünyada 11. sırada bulunduğunu kaydeden Bakan Eker, “Hedefimiz yumurta üretiminde Türkiye’nin ilk 10 ülke arasında girmesini sağlamak. Türkiye’nin yumurta ihracatı da son 8 yılda 31-32 milyon adetten, 1,2 milyar adete ulaştı. Kişi başına yıllık yumurta tüketimimiz de 175-180 adet düzeyinde gerçekleşiyor ve bunu 200 adete çıkarmayı hedefliyoruz” dedi.

Bakan Eker, yumurtanın ''cüsesine göre çok değerli bir gıda maddesi'' olduğunu belirterek, 50-60 gramlık bir yumurtada insanın ihtiyaç duyduğu her türlü besin maddesinin bulunduğunu kaydetti. Uzun yıllar yumurtaya ''haksızlık yapıldığını'', yararları gözardı edilerek neredeyse zararlı ilan edildiğini belirten Bakan Eker, ''Nihayet yapılan araştırmalar sonunda tıp doktorları yumurtanın itibarını iade etti. Kalp hastaları için zararlı değil yararlı olduğu ortaya çıktı” dedi.

Türkiye'de büyükbaş hayvan sayısında bir azalma yok

Türkiye'de 11 milyon büyükbaş hayvan varlığı var, bu 2002'ye göre yaklaşık yüzde 10'luk artışı ifade ediyor. Bir azalma yok. Küçükbaş hayvan sayısında bir miktar azalma var. Bunun sebebi de Türkiye'deki iç göç, hayat tarzındaki değişiklik. Hükümet olarak daha profesyonel bir küçükbaş hayvancılığın yapılmasıyla ilgili tedbirler aldık, projeler başlattık. Bu projeler şu anda yavaş yavaş devreye girdi. 1 Ağustos tarihinde faizsiz kredi kararnamesi çıkardık, hayvancılıkla ilgili. 2 gün öncesi itibariyle tam tamına 1 milyar kredi kullandırıldı, faizsiz kredi. Bunu Türkiye'de hayvancılık yapan 13 bin 500 farklı kişi kullandı.

kurban bayramında et fiyatları

Kurban Bayramı'nda her yıl 500 bin civarında büyükbaş, 2 milyon küçükbaş hayvan kesiliyor. Bu kadar hayvanın kesildiği yerde fiyatlar yükselmez, düşer.

tarım ve köy işleri bakanı : mehdi eker

ekmek zammı, süt ithalatı

Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker, ekmek maliyeti içerisinde buğdayın payının sadece yüzde 21 olduğunu belirterek, “Ekmek zammı konusunda bakanlıktan bir onay, görüş alınmış değil” dedi.


Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker, katıldığı “Tarım ve İnsan” konulu 2. Ulusal Fotoğraf Sergisi’nin açılışında, basın mensuplarının, ekmek zammı, kurbanlık ve et ithalatı konusundaki sorularını yanıtladı. Ekmeğin serbest piyasada fiyatı belirlenen bir ürün olduğunu, fiyat belirlenmesinin bakanlıkla alakası olmadığını dile getiren Bakan Eker, şöyle konuştu:

“Ekmek zammı konusunda bakanlıktan herhangi bir görüş, onay alınmış değil. Ekmek maliyeti içerisinde buğdayın payı sadece yüzde 21, yani 5'te bir oranındadır. Ekmek fiyatının açıklanması bakanlıkla ilgili değildir. Bizimle ilgili kısmı piyasada buğday var mı, var. Un var mı, var. 2008 Haziran ayında bir ton ekmeklik buğday ortalama 555 lira iken, bugün 660 lira, 12 Ekim tarihi itibariyle. Ortalama Anadolu kırmızı sert ekmeklik buğdayın fiyatı. Ekmeğin tamamı da o üründen yapılmıyor. Buna baktığınızda buğdayda 2 yıl içerisindeki artış yüzde 17-18'e geliyor. 5'te biri bunun ekmek maliyetine etki ediyor, bu da ortalama yüzde 4. Keşke, Fırıncılar Federasyonu o kararı açıklarken, bunun hangi maliyet unsurlarından kaynaklandığını da net olarak kamuoyuna bildirseydi. Vatandaşlar haklı olarak ekmek zammının buğday, un maliyetindeki artıştan kaynaklandığını düşünüyor. Ancak durum böyle değil.”

Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet Mehdi Eker, kurbanlık ve et ithalatı konusunda ise şunları söyledi:

“Süt İthalatı Yapıldığı Doğru Değil”
Sütle ilgili piyasada yanlış bilgiler var, yanlış şeyler söyleniyor. Süt ithal edildiği doğru değil. Yapılan şey şu, DİR (dahilde işleme rejimi) kapsamında AB ülkelerine ihraç etmek kaydıyla alıyoruz. Diyor ki 2 bin 500 ton süt tozunu benden alın. Bunun ürünü de bana satın. Yani AB ülkelerine o ürünü satmamız için hammaddeyi, 2 bin 500 ton oradan alıyoruz. Bu DİR kapsamında yapılan bir çalışma, piyasayla ilişkili bir durum değil. Bunun karşılık geldiği sütün tamamı 25 bin ton. Gerek bazı politikacılar, gerek bazı dernek ve meslek kuruluşlarının, 'artık Türkiye süt de ithal ediyor’ ifadesi doğru bir ifade değil. İçerdeki süt fiyatlarına zarar verecek bir uygulama da yapmadık, yapmıyoruz, yapmayacağız.

3 Ekim 2010 Pazar

8 Şubat 2010 Pazartesi

bitti, ışığı yak

sorma kendine: "bu gece belki?"
sorma. hiçbir gece
senin icin hep iki ayrı kapi olacak
biri gündüzden umuda kapıldığın
ötekisi, çok geç saat döndüğün

o karanlık, demir perdelerden
ayırt edilmez ahşap

aksam dönenip duran yarasa
geri dön
bitti. ışığı yak. indirir indirmez
demir kepengi yak ışığı
buzlu camında bir başına titreşir
ateşten lamba. hep aynı ıssızlık
geceyi kefen sarıyor aşk

selim ileri

28 Ocak 2010 Perşembe

28.01.2010!

FADE AWAY!

17 Ocak 2010 Pazar

Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar,

Ölümleri olur zaferleri,

Öpüşürken yok olan ateşle barut gibi.

Romeo ve Juliet, Perde II, Sahne VI

11 Ocak 2010 Pazartesi


7 Ocak 2010 Perşembe

Yazarak başkalarını affedebilirsin belki...

Ama asıl kendini affet!

Asıl kendini affet!

Affet!

aklını oynatıyor zurnasıyla bir çingene

Aklını oynatıyor zurnasıyla bir çingene
-Bana ne, bana ne?
-Hangi kimsin sen ulan ibne?
Aklını
Oynatıyor
Zurnasıyla
Bir çingene

C.Yücel
- Garcia Lorca'ya Grasiya- şiirinden
Rengarenk kitabından
Kaçak!

Kaçak!

Kaçak!

Sen ölürsen tavşanın ak!

Tavşanından kim kaçacak?

Merhum bir nefer-i merkuma şiirinden

C.Yücel

sadece bu

İğrençliğe de varız biz!
Yatalım leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu
Bir kumru kumruyu tamamlasın
Bir yılan, bir fare sadece deliği kapasın bu
Sadece bu.

Bak göreceksin nasıl da ayrılmak istiyoruz sonra
Nasıl da kaçmak istiyoruz birbirimizden
Yeniden yeniden yeniden...


Edip Cansever - Umutsuzlar Parkı'ndan

ne o kedi, ne o gözler

Hamamın gözlerinden aşağı bakıyordum. Hamamlar bana yasaktı. Sen yoktun. Kimse yoktu. Ne o kedi, ne o gözler, ne ben. Ben kendimi nerede kaybettim de, şimdi bu rüyada uyanıyorum? Hem ben bu kimsesiz rüyada ne arıyorum?...

betrayed


Kalbi kıskançlık ve kötülükle doldu..
Derin bir umutsuzluk içinde, kendini aldatılmış, terk edilmiş, ihanete uğramış hissetti.
İlk fırsatta (onun) canını yakacağını bir beddua gibi derinden biliyordu şimdi...
Biri kalleşçe oyununa sızmış, neşesini, kirletmişti onun.
Kutsal oyununa ihanet etmişti.

gece elbisesi

- Çıplak mısın?

- Üzerimde geceden başka bir şey yok!

-Demek gecenin elbisesi üzerinde.

-Evet

-Çıkar onu..

-Gel sen çıkar

-Çıkarırsam ışık olur

-Olsun

-Olursa bedenim kalmaz geriye.

-O zaman gece elbisesiyle gel..

''AİLEMİZ'' başlıklı okul ödevi

Biz büyük bir aileyiz. Yüzlerce halam vardır. Hepsi aynı elbiseyi giyer. Sesleri mutfakta tenekeden çıkar. Dedem uzakta bir cindir. Evin içinde gezer. ama her zaman çıkmaz ortaya. Bende ıslak düşler görürüm. Kuyumuzun suyundan galiba. Annem 'Yurtdaşlık Bilgisi' kitabında bir resimdir. Babam bir meslektir. Davavekilidir. Evde hiç babaanne yoktur. Hepsi mezarlıkta oturur. Ailemiz saklanbaçtır.

kuyu cini

Seninle konuşmaya geldim Ey Kuyu Cini!
Kimse konuşmuyor benimle.
Herkes, kendiyle kendi içiyle konuşuyor.
Yalnızım, küsüm, herkese küsüm.
Hastayım.
Konuş benimle!
Bazı anlarda yüzün aldığı bir ifade sevenin belleğinde sonsuzlaşır, insan o ifadeyi herşeyden çok daha fazla özler. O yüzün sahibiyle günün birinde darıldıktan, ayrıldıktan, hatta ondan nefret ettikten sonra bile...