27 Eylül 2008 Cumartesi


tsou yen


Taoizm'in ilk temellerini mo.300 yilinda atan ve yin, yang öğretilerinin kurucusu olan cinli filozof. yin'i yeryüzünün dişisi olarak ele alırken, yang'ı gökyüzünün erkeği olarak tanımlar.

tao'su olan

ayak parmakları üzerinde dikilen,
yere sağlam basamaz.
bacakları açık ayakta duran,
ileriye gidemez.
parlaklık dileyen,
aydınlanamaz.
önemli kişi olmak isteyen,
göz kamaştıramaz.
kendini öven,
işini yapıp bitiremez.
üstünlük taslayan
yücelemez.
tao için, mutfak artığı,
ya da azmış yara gibidir o.
bütün yaratıklar tiksinir ondan.
onun içindir ki: tao'su olan,
böyleleriyle oyalanmaz.

18. sone

Seni bir yaz gününe benzetmek mi, ne gezer?
Çok daha güzelsin sen, çok daha cana yakın:
Taze tomurcukları sert rüzgarlar örseler,
Kısacıktır süresi yeryüzünde bir yazın:
Işıldar göğün gözü, yakacak kadar sıcak,
Ve sık sık kararır da yaldız düşer yüzünden;
Her güzel, güzellikten ergeç yoksun kalacak
Kader ya da varlığın bozulması yüzünden;
Ama hiç solmayacak sendeki ölümsüz yaz,
Güzelliğin yitmez ki, asla olmaz ki hurda;
Gölgesindesin diye ecel caka satamaz
Sen çağları aşarken bu ölmez satırlarda:

İnsanlar nefes alsın, gözler görsün, elverir,
Yaşadıkça şiirim, sana da hayat verir.

tao te ching - yolun ve erdemin kitabı

akıllı olmaktan vazgeç,tasa edecek bir şeyin kalmasın.
evetle hayır arasında ne fark var?
iyiyle kötüyü ayıran uzaklık ne kadar?
genellikle herkes bir ziyafette gibi
ya da bahar günü bir kuleye çıkacakmışçasına mutlu
yanlız ben daha gülmesini öğrenememiş
bir bebek gibi sakin ve hareketsizim.
gidecek evi olmayan biri gibi kaybolmuşum,
herkeste yeterinden fazlası var.
yanlız ben yokluk içindeyim.
benimki bir budala kafası.o kadar boş...
basit insanlar ne kadar akıllı!
onlar değerliyi değersizden ayırıyorlar
yanlız ben ayıramıyorum.
herkesin bir amacı var,
yanlız beceriksiz ve aptal olan benim.
ben ötekilerden farklıyım.
yanlız ben tao'dan destek aramaya
değer veriyorum.

(mo vi.yy - tao-te-ching / zen budizmi s.44)

tao

meyva vermeyen bir ağaç kadar
faydasız olsun bu yazdıklarım.
dallarını meyvasına tamah edip
kimse taşa tutmasın.
bu yazdıklarım çok budaklı, çok bükümlü
bir ağaç kadar faydasız olsun.
o zaman marangozlar
kesip biçmeye değer bulmazlar böyle bir ağacı.
dokusu gevşek, gözenekleri geniş, reçinesiz
bir ağaç kadar faydasız olsun bu yazdıklarım.
kökü toprakta,
başı gökyüzüne dönük.
belki kimse bahçesine dikmez,
şehrin bulvarlarına da sokmazlar onu.
ama
uzak, kıraç bir ıssızlıkta
bunalmış bir yolcu
dibinde oturacağı,
sırtını dayayacağı
bir ağaç buldu diye
ferahlarsa
bu yeter.

chuang tzu

26 Eylül 2008 Cuma

Hızla yayılan yavaş şehirler



Yavaş Şehir Chiavenna

İtalya’nın “Yavaş Şehir (Slow City)” hareketini destekleyenler, şehir merkezlerinde araba kullanımını yasaklayarak ve McDonald’s şubeleriyle süpermarketleri kapatarak yaşanır kentler oluşturmaya çalışıyorlar. Asya’ya da sıçrayan bu akım, tüm Avrupa’da hızla yayılıyor.

Toskana’nın minik Chianti şehri, 1999 yılında ilk “Cittá Slow” [İtalyanca yavaş şehir] kenti oldu, ardından Bra, Positano ve Orvieto geldi. Zamanla, yavaşlık dalgası diğer şehirler arasında yayıldı. Artık İtalya’daki 42 Yavaş Şehir’le birlikte, İngiltere, İspanya, Portekiz, Avusturya, Polonya ve Norveç’te de birçok Yavaş Şehir var. Almanya’dan, aralarında Hersbruck, Lüdinghausen, Schwarzenbruck, Waldkirch ve Überlingen’in de bulunduğu bazı şehirler, sadece 50.000’den az nüfusu olan kentlerin kabul edildiği harekete seçilebilmek için başvurdu.
Yavaş Şehir’in İtalya’da ortaya çıkmasına şaşırmamak gerek. “La dolce vita”nın [tatlı hayat] ülkesi İtalya, özelikle yemekle ilgili geleneklerine çok bağlı. İtalyanlar’ın dilleri bile yavaşlığa çok daha yatkın. 1991 – 2004 yılları arasında Orvieto’nun Belediye Başkanı olan Stefano Cimicchi, bu görevinden sonraki birkaç yıl “Slow Food (Yavaş Yemek)”un başarılı konseptinden yola çıkılarak hazırlanan Yavaş Şehir hareketinin başkanlığını yürüttü. Yavaş Şehir hareketi, küçük kentlerin geleneksel yapılarını, sıkı kuralları dikkatle uygulayarak korumaları gerektiğini savunuyor: Arabalar şehir merkezlerinden çıkarılmalı, insanlar sadece yerel ürünleri tüketmeli ve sürdürülebilir enerji kullanmalı. Bu küçük şehirlerde, süpermarket ya da McDonald’s aramanın bir anlamı yok.

Cimicchi, “Amacımız yaşanır şehirler yaratmak,” diyor, “Tıpkı yazar Italo Calvino ve mimar Renzo Piano gibi, bir ütopya şehri konsepti üzerinde çalışıyoruz”.



Yavaş Şehirler, ekoloji ve sürdürülebilirlik alanında bilimin son buluşlarından da faydalanarak, Ortaçağ’dan ya da Rönesans Dönemi’nden kalma kentsel öğeleri korumaya çalışıyorlar. Eğer kentin bu amacına yardımcı olacaksa, modern teknolojiye bile izin veriliyor. Mesela Cimicchi, Orvieto’da sadece yayaların geçişine izin veren elektronik kapılar kullanmak istiyor. Pisa’da da benzer bir sistem var: Eğer kameralar parkmetrenin süresinin dolduğunu tespit ederse, bir dakika ya da tüm gün de olsa, park cezası kesiliyor.

Yavaş Şehirler’in Katı Kuralları

Yavaş Şehir bildirisi, gürültü kirliliğini ve trafiği kesmek, yeşil alanları ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan çiftçilerle bu ürünleri satan dükkan ve lokantaları desteklemek ve yerel estetik öğeleri korumak gibi, 50’den fazla taahhüt içeriyor. Yavaş Şehir olarak adlandırılmak ve salyangoz logosunu kullanabilmek için de, şehrin önce kontrol edilmesi, daha sonra da dedektifler tarafından düzenli olarak denetlenmesi gerekiyor.

Bu bildiriye göre bir kentin Yavaş Şehir olup olmadığını belirleyen hareket, “Cittá Slow”un, genel kuralların belirtildiği bir manifestosu, bu vasfı almak isteyen kentlerin imzaladığı kurum sözleşmesi, üye şehirler listesi ve bir yıllık toplantı programı bulunuyor.

Bu hareketin en önemli etkenlerinden biri de, kentsel yaşamdaki yoğun tempoyla mücadeleye hız kazandırıyor olması. İtalya’nın Yavaş Şehir yöneticileri yılda bir kez buluşarak, notlarını karşılaştırıyorlar ve yeni inisiyatifler getiriyorlar. Urbino Üniversitesi de, geçenlerde bir anlaşma imzalayarak hareketin resmi danışmanı oldu.

Kasım 1999’da Orvieto’da hazırlanan sözleşmeye göre Yavaş Şehirler’in şu şartları sağlaması gerekiyor:

1 - Etrafını çevreleyen bölgenin ve kentsel düzenin niteliklerini korumak ve geliştirmek için, yeniden kullanma tekniklerini araştırarak, çevresel politikalar uygulaması,

2 - Toprağın işgali için değil, kullanımının geliştirilmesi için, işlevsel bir altyapı politikası yürütmesi,

3 - Çevrenin ve kent düzeninin kalitesini geliştirmek için teknoloji kullanımını teşvik etmesi,

4 - Doğal, çevreyle uyumlu tekniklerin kullanımıyla üretilen yiyecek maddelerinin tüketimini desteklemesi, genetik yapısıyla oynanmış ürünleri hariç tutarak, Slow Food Ark ve Presidia projeleriyle işbirliği içerisinde, zor durumlar için gereken tipik ürünlerin üretilmesi,

5 - Bir bölgenin kültür ve geleneklerinin korunarak, simgeselleşmesine katkıda bulunup, yerli üretimi teşvik etmesi ve tüketicilerle, kaliteli üreticiler ve satıcılar arasında doğrudan temas kurulabilmesi için tercih edilebilir ortamlar ve mekanlar yaratmayı desteklemesi,

6 - Konukseverlik kalitesini ve yerel toplum ile onun belirli özellikleri arasında gerçek bir bağ kurmayı desteklemesi, bir şehrin kaynaklarının eksiksiz ve yaygın olarak kullanımını önleyen fiziksel ve kültürel engelleri kaldırması,

7 - Gençlerin ve okulların sistematik bir biçimde lezzet eğitimiyle tanışmasına özel bir dikkat göstererek, yalnızca iç işletmecilerinin değil, bütün vatandaşlarının Yavaş Kent’te yaşadıklarına dair farkındalıklarını sağlaması.
Bra'da Yeni Bir Yaşam Tarzı

Yavaş Şehirler’den biri olan Bra’nın Belediye Başkan Vekili Bruna Sibille, küreselleşmeye karşı hareket etmenin kolay olmadığı günümüzde, bir kenti yönetmenin en iyi yolunun yavaşlık felsefesi olduğunu söylüyor: “Yavaşlık hareketi, önceleri iyi yemekler yiyip içmek isteyen birkaç kişinin fikri olarak ortaya çıktı. Fakat, her şeyi daha az telaşla ve daha az homojenize bir tutumla yapmanın faydaları hakkındaki tartışmalar giderek daha geniş bir alana yayıldı.”

Bra’da da diğer Yavaş Şehirler’de olduğu gibi, tarihi kent merkezinde araba kullanımı, süpermarketler ve parlak reklam ışıkları yasaklandı. Elişleri ya da özel yetiştirilmiş yiyecekler satan küçük aile işletmeleri, en iyi ticaret birimleri haline geldi. Belediye binası, Piedmont bölgesinin tipik bal rengi sıvası kullanılarak onarılıyor. Okullarda çocuklara yerel üreticiler tarafından yetiştirilen organik meyve ve sebzeler servis ediliyor.

Fazla çalışmanın zararlarından korunmak amacıyla, Bra’daki bütün küçük marketler Perşembe ve Pazar günleri kapatılıyor. İnsanlar bürokratik işlerini, Cumartesi sabahı açılan Belediye’de acele etmeden halledebiliyorlar. Sibille, “Böylece yavaş yavaş yeni bir ortam, yeni bir hayat anlayışı oluşturuyoruz,” diyor.

“Bir şeyi netleştirelim: Yavaş Şehir olmak, her şeyi durdurup zamanı geri almak anlamına gelmiyor,” diye vurguluyor Bruna Sibille, “Müzelerin içerisinde yaşamak istemiyoruz, tek istediğimiz modern ile geleneksel arasında, kaliteli yaşamı destekleyen bir denge oluşturabilmek”.

***vay..çok ilginç ve güzel bi proje bence.çünkü sokağa çıkınca insanlar kaçıcak yer arar oldular.özellikle büyük şehirlerde otobüsler yanımızdan geçerken motorun yaydığı ısıdan kızarmış tavuk gibi oluyoruz ,gürültüden sinirli piskopatlara dönüşüyoruz,fast food dükkanlarında hızlı ve lezzetli yemekler(YAĞLI) yiyip obeze dönüşüyoruz.öyle çok coşmuşuz ki akıp giden hayatta köle gibi çalışıp,öküz gibi yiyip,at gibi koşturan, birbirinin yüzüne bakmaya,elini tutmaya vakti olmayan yaratıklara dönüşmüşüz ve dönüşmekteyiz.böyle bi uygulama dünyaya yayılmalı bence. (bu arada amma çok dönüşmek kelimesini kullanmışım.dönüşe dönüşe bi hal olmuşuz gibi olmuş lkl neyse:d )

beni severmiş o

son yolcusu o eski zamanların
sana yazmış özlem dolu mektubu
tek derdi güzel sonları masalların
gözyaşları doldurmuş giderken boşluğu

en çok beni severmiş o
beni aramış gözleri giderken
en çok beni severmiş o
beni aramış gözleri

kalbinde belirsiz bir yolun kuşkusu
titrek sesinde umutların avuntusu
bir mendil eski bir resim bulduğum
tahta masasında bilmeden unuttuğu

o en çok beni severmiş o
beni aramış gözleri gerçekten
en çok beni severmiş o
beni aramış gözleri


Asfalt dünya ~ Beni severmiş o

25 Eylül 2008 Perşembe

Köpeğinizi bulan çılgın site




Çok ilginç ya site gerçekten tuttuğun sayıya denk gelen köpeği her defasında hatasız buluyor,deneyin bi.

10'dan 100'e kadar herhangi bir ugurlu rakamizi aklinizda tutun ...
Ornegin "96"
Sonra bu rakamin basamaklarini birbiri ile toplayin ...
"9 + 6 = 15"
Simdi buldugunuz bu rakami, ilk tutmus oldugunuz sayidan cikarin
"96-15 = ..."
Son buldugunuz rakam, köpeğinizin numarasıdır.köpeğinizin resmine bakın.ve köpeğimi bul butonuna tıklayın.makina asla yanılmıyor.

http://www.zevzek.com/useless_pages/doggies.html

Dağda gizli 7 hayvan




madafaka gansta


oyun ya da şeker


Cadılar Bayramı 31 Ekim'de kutlanan, çoğunlukla çocukların kostüm giyerek kapı kapı dolaşıp şeker, meyve ve diğer hediyeler aldığı bayramdır. Bu klasik anlayışın yanı sıra; birçok değişik Cadılar Bayramı aktiviteleri de vardır. Kostüm partileri, korku filmleri izlemek, "perili" evlere gitmek, ve diğer sonbahar aktiviteleri gibi.
Cadılar Bayramı, bir Pagan festivali olarak İngiltere'de İrlandalılar, İskoçlar ve Galliler tarafından kutlanılmaya başlanmış; 19'uncu yüzyılda bu gelenek Kuzey Amerika'ya da göçenler tarafından devam etmiştir.
Batı Dünyası; 20'inci yüzyılda Cadılar Bayramı'nı bir Amerikan popüler kültürü olarak tanımıştır.
Cadılar Bayramı genelde birçok Batı Dünyası ülkesinde kutlanır. Ancak popülaritesi Avustralya, Yeni Zellenda ve Filipinler gibi ülkeleri de etkilemiştir.
Cadılar Bayramı'nın sembolü gülen bir balkabağıdır; bunun için de bir balkabağının içi boşaltılarak gülen bir surat şeklinde kesildikten sonra içinde bir mum yakılarak şeytani bir surat gösterilmeye çalışılır.
Yemek olarak resmi şekeri, elma şekeridir. Bunun yanı sıra tüm şekerlemeler de kullanılır.Muhafazakar Hristiyanlar genelde Cadılar Bayramı'nı desteklemezler ve yanlış bulurlar.
***oyun yada şekeğğ... keşke bizim ülkede de böyle hoptirik aktiviteler olsaydı,çok eğlenirdik.bizim şeker bayramı berbat bi şeker dilenme bayramına dönüşürdü küçükken gerçi ben doğru dürüst hiç şeker toplamazdım,çünkü merhabalar,bayramınız kutlu olsun teyze demek hiçte zevkli gelmezdi bana.ama üzerimde zombi kıyafeti,elimde kanlı plastik bıçak,ve şeker torbam olsaydı kapıları çalıp ya paranı ya canını hiçbiri yoksa şeker ver demek çok hoşuma giderdi eminim,küçükkende giderdi şimdi olsa yine gider lk

orpheus


marc cortez

24 Eylül 2008 Çarşamba

Kurt Cobain'in Ölümü Hakkındaki Teoriler




*Kurt Cobain'in kanında bulunan eroin miktarı, bir insan bünyesinin kaldırabileceği miktarın tam üç katı.Bu kadar eroini alan bir insanın elindeki tüfekle kendini vurmasının imkân ve ihtimali YOK. Zira şırıngayla vurulan eroin etkisini anında gösteriyor ve de Cobain'in namlı bir eroinman olmasının vücut direncini artırmış olması gibi bir açıklamanın da hiçbir mantıki dayanağı yok. Böylesi yüklü miktarlara vücudun 'alışmış' olması ihtimal dahili ve söz konusu değil. Eroin öyle bir maddedir ki, herkesi eşit süratte ve etkide vurabiliyor.

*Cobain'in parmak izleri, etrafında bulunan hiçbir eşyanın üstünde ve de kendini vurmak için kullandığı savlanan Tüfeğin üstünde, bulunamıyor.

*Bir insanın üç kez üst üste hayatını sonlandırıcak kadar dozu bünyesine şırınga edip, sonra tüfeği kullanabilmesinin imkânsızlığı bir yana, niye bunu yapsınki zaten öleceği garanti olduğu halde..

*En önemli olan olaylardan biride Kurt Cobain'in Kredi kartının bulunamaması ve Cobain'in öldürülüşünden 2 saat sonra kredi kartıyla 49 dolarlık çiçek yollamaya çalışılması. Kart kimlerin eline geçmişti ve nasıl geçmişti.

Yanında bulunan intihar notunun son dört - beş satırının ve mektubun başındaki 'Boddah' kelimesinin (Cobain'in çocukken yarattığı hayali arkadaşın ismi) başka bir el tarafından yazılmış olduğunun (daha sonra ünlü bir televizyon programının ödediği ücretler karşılığında) konunun en mahir uzmanlarınca saptanmış bulunması, başka bir tuhaf hakikat.

Zira 'Lütfen devam et Courtney. Frances için. Hayat, bensiz çok daha kolay olacak. Seni seviyorum. Seni seviyorum' tarzı başka bir el tarafından karalanmış olduğu iddia edilen satırlar olmasa, mektup bir intihar mektubundan ziyade, müzik endüstrisine veda mektubunu andırıyor.

*Nick Broomfield'in yapmış olduğu 'Kurt&Courtney' belgeseline konuşan 22 yaşındaki bir dadının, Cobain'lerin yanında çalışmayı Courtney'in mütemadiyen Kurt'un vasiyetnamesinden bahsetmesinden bezdiği için, bıraktığını anlatması da kayda değer tabii.

Zira son zamanlarında Kurt'un Courtney'den ayrılmak istediğine ve Courtney'i çıkararak yeni bir vasiyetname hazırlattığına dair de ciddi iddialar var.

*Courtney love'in kendisine Kurt'u öldürmesi karşılığında 50 bin dolar önerdiğini anlatan, şahitleri olan, Amerika'daki en mühim polygram uzmanının iki testinden yüzde 99.8 gibi sonuçlarla geçmiş bulunan Eldon Hoke'un, Broomfield'in belgeseline konuştuktan 8 gün sonra esrarengiz bir tren kazasıyla ölmüş olması!

düş-üş



Otomatik Portakal


Otomatik Portakal eleştirel bir roman. Ahlaki davranıştan ve erdemden yoksun bir antikahraman olan Alex'in tıbbın şahane(!) buluşuyla "topluma yeniden kazandırılma" serüveni anlatılıyor Otomatik Portakal'da. Şiddet yanlısı kahramanımız, gördüğü tedavi sonucu pasif ve her türlü emre itaat edebilecek hale geliyor sonunda. Toplumun değer yargılarını, iyi ve kötü kavramlarını, hatta sanat anlayışını, sanattaki şiddet ögesini... hepsini eleştiriyor bu roman. Sevgili kahramanımız Alex, "Söyleyin ne yapacağımızı ha?" diyor, en başta içinizde kendisine karşı büyüttüğünüz öfke kitabın sonunda acıma duygusuna dönüşüyor. Çarpıcı bir kitaptı bence. Yazarın söylediği şu sözler, son noktayı koymak için tam da gerekli olan sözler: "Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum."

~Anthony Burgess

23 Eylül 2008 Salı

hot


kinyas ve kayra



az yedim çok içtim. hala içiyorum. alkolü kendime yakıştırdım. her türlü uyuşturucadan tattım. bağımlılıktan nefret ettim. gitmemi, terk etmemi engeller diye. ne bir maddeye ne bir insana bağlandım. sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım,aşık oldum. ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. dünyayı bir oyuncağa çevirdim. ayak basmadığım yer kalmadı. kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim. duvarlara, bedenime resimler çizdim. bir gün öyle bir gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. benim adım hitler. kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım.. şimdiyse ağlıyorum, hepimiz için.. çünkü hiçbiri işe yaramadı..

22 Eylül 2008 Pazartesi

razorblade kiss

Paylaştığımız her öpücükte ölümü tadıyorum
Her güneş batışı yaşadığımız sonuncuymuş gibi görünüyor
Tenimdeki nefesinde sonumuzun kokusu var
Gözyaşlarınla sarhoş oldum, bebeğim, görmüyormusun bu acıtıyor
Mmhhh mmmhhhh
Her dokunuşumuzda cennete daha da yaklaşıyoruz
Ve her güneş doğuşunda günahlarımız bağışlanıyor
Uh,uhhh
Sen tenimdesin bu sonumuz olmalı
Beni sevebilmenin tek yolu beni tekrar incitmen
Ve tekrar ve tekrar ve tekrar
Aşkın bir traş bıçağı öpücüğü
En tatlı olan dudaklarının tadı
Oh dudaklarının tadı, sevgilim
Sadece içerde özgürüm
Beklemekten yoruldum
Hayal etmeme izin vermelisin
İçeriyi bebeğim
Hissetmekten korkmuyorum
Beni sevmeni istiyorum
Çünkü sen O'sun

razorblade kiss-him

**şimdi burda bi kaç şeyle dalga geçmeden edemeyeceğim,şarkının sözlerini seviyorum evet,ama türkçe'ye çevirince bazı yerler garip olmuş,ya da ben çok fesatım.
birincisi:içeriyi derken neyi kastediyor bu? diyor insan.sözlerin ingilizcesine hiç bakmayan biri bunu kesin düşünür,birazda fesatsa yanlış anlar.ikincisi de:çünkü sen 0'sun kısmı. :p bunun yorumuda size kalsın eheh

camdan yapılmayım,kırıldım bir kere


Camdan yapılmayım,
Kırıldım bir kere,
Zor bir araya getirdim parçalarımı,
Tahtaların aralarına giren küçük kırıkları,
Gözyaşımla ıslattığım parmak uçlarımla topladım,
Halının tüylerine dek fırlayan camları ararken,
Yüzümün düşlerle dokunmuş desenleriyle bakıştım
Anıların üzerine basmadan, kanatmadan kendini,
Yarım yansımalarınla yüzleşmeden iri cam parçalarında,
Kendini yeniden bir araya getirmek,
Yapıştırmak kırıkları yerine,
Sandığın kadar kolay değil!

Benim doğallığımın yerine,
O kırıklıktan sonra işte bu yapaylık oturdu,
Anla artık,
Yapıştırarak kendimi oluşturdum yeniden.
Bu yüzden kaldıramam ikinci bir kırılmayı.
Sen hiç bir şeyi ikinci kez yapıştırmayı denedin mi?
Tutmaz...
İki kıyı tüm girinti ve çıkıntılarıyla tamamlamaz birbirini.

Bir daha olursa,
Olursa bir daha kırıklık,
Daha keskin, daha tutulmaz, daha tehlikeli olurum.
Tene değen her parçam, keser kanatır.
Ki anlasana,
Sindiğim kıyılardan köşelerden,
Ansızın batarım insanlara.
Ki anlasana,
Kırılıp dağıldığımı unuttukları an,
Gittikçe büyüyen bir tehlike olurum
Sakın!
Sakın, durduğum şu zaman ve yer içinde,
Dengemi bozacak kadar ağır dokunma bana,
Sakın beni bir daha düşürme

İstanbul Efsaneleri



Tahta kalıcın sihri

İstanbul'un fethine ilişkin efsaneler, hem Türkler hem de Bizanslı Rumlar tarafından ince ince
işlenmiş, gelecek kuşaklara tüm güzellik ve incelikleriyle miras bırakılmıştır. Efsanelere göre,
İstanbul gibi bir şehrin fethi, mucizelerle olabilirdi ancak...
Gerek Osmanlı gerekse Bizans toplumlarından aktörlere yer verilen bir fetih efsanesi çok
ünlüdür. II. Sultan Mehmet'in saldırı üzerine saldırı tazelediği, Türk toplarının cehennemi bir
ateşle surlarını dövdüğü kuşatma günlerinden bir gün, Tanrı bir meleğini Agapios adındaki bir
keşişe gönderir. Melek, getirdiği tahta kılıcı Agapios'a verir ve bunu Bizans imparatoru
Konstantinos Paleologos'a vermesini söyler. Bu kılıç sayesinde Türkler şehri alamayacaklardır.

Keşiş Agapios, kendisine verilen ilahi görevi yerine getirmek üzere hemen Bizans sarayına gider ve imparatorun huzuruna çıkarak;
"Yüce Tanrımız bu kılıcı size gönderdi efendimiz. Bu kılıcı alın ve onunla düşmanınız Türkleri yok edin!"
Konstantinos Paleologos kılıcı alır, ama tahtadan yapılmış olduğunu görünce müthiş öfkelenerek keşişe bağırır:
"Benim elimde şanlı Davud'un her savuruşta dört mızrak boyu uzayan olağanüstü kılıcı var.Bu tahta kılıç ne işime yarar ki!"
Saraydan kovulan ve kalbi kınlan keşiş, o üzüntü ve kızgınlıkla doğruca genç Türk padişahının
huzuruna çıkar, hikâyesini anlatarak tahta kılıcı ona sunar. Genç padişah kutsal armağanı
büyük bir sevinçle kabul eder. Kısa bir süre sonra Bizans düşer, genç Türk padişahı böylece
"Fatih" olur...
efsaneye bak eheh.
İstanbul efsaneleri-focus dergisi'nden alıntıdır.


tamamını okumak isteyen buradan indirebilir: tıkla

amores

Şuh bir kahkaha attı ve en güzel, en içten öpücüklerini sundu kadın,
Öyle öpücüklerdi ki, sallandırır Jove’un elinden bir çatallı şimşek.
Bir işkencedir, aldığı güzel öpücükleri düşünmek o arkadaşın!
Aynı çeşitten olmaları ne acı! Ah ne acı!
Daha önemlisi, bu öpücükler ona öğrettiklerimden daha iyiydi,
Kadın yeni bilgilere sahipti sanki.
Fazla güzellerdi – kötüye işaret! Dili eşlik ediyordu her birine.
Hiç durmadı, öptü benim dilim de.

Ovid

Kibbutz

Kibbutz, İbranice’de "ortak yerleşim alanı" anlamına gelen, İsrail’de kooperatif ilkelerine dayalı müstakil bir sosyo-ekonomik oluşumdur.

İsrail’in ekonomik gelişmişliğinde ve kuruluşunda önemli rol oynamıştır. 19. yüzyılın sonlarında bireysel çiftçilik yapmak ve yerleşim alanı kurmak, Filistin’deki halkın çıkardığı sorunlar ve Osmanlı’nın genel asayişi sağlamasındaki problemler nedeniyle mümkün değildi. Buna bir de kibbutzların kurulmasında etkili, sosyalist hareketleri de ekleyince en mantıklı ve güvenli olan toplu hâlde yaşamaktı; ancak kibbutzları daha iyi anlamak için İsrail’e yapılan I. ve II. Aliya’ları, bunların nasıl olduklarını bilmek gerekir.Avrupa ve Rusya’daki Yahudi düşmanlığının artmasıyla 1880’lerde çoğunluğu Güney Rusya’dan olan 15.000 Yahudi İsrail’e göç ederek I. Aliya’yı gerçekleştirdiler ve kendilerine yerleşim yeri kurma çabasında kibbutz hareketinin ilk tohumlarını attılar. I. Aliya’ya üye olanlar dindardı ve kendilerini Siyonist olarak görüyorlardı. İki amaçları vardı: orda yaşamak ve çiftçilik yapmak. I. Aliya’nın üyeleri çiftçilik hakkında fazla deneyimleri olmadığından hep bağışla ve Arapları çalıştırarak ayakta kalmaya çabaladılar.20. yüzyılın başlarında kan iftiraları ve 1905 Devrimi, Rus Yahudilerini tekrar İsrail’e göç etmeye zorladı. Böylece göç edenler II. Aliya’nın parçası ve kibbutzların ilk kurucularından oldular. Kendi yerleşim alanlarını, çiftliklerini kurarken rahat işlerde kendileri; fakat daha zor işlerde Arapları çalıştırıyorlardı. Joseph Baratz, bu duruma karşı çıktı; fakat bağımsız bir çiftçi olmak o zamanın zorlu koşullarında gerçekliğe aykırıydı. Joseph Baratz yanına dokuz erkek ve iki kadın alarak, 1909 yılında, sosyalizmden de esinlenerek Filistin’de Arap kasabası Umm Juni’de ilk kibbutzu kurdu. Kendi topluluklarına "Degonya" (Degania) adını verdiler ve hayalleri kendileri için çalışıp, kendi topraklarını çalıştırmak oldu. Daha sonra bu topluluğun kurucuları tarımın ve sosyalizmin yeni açılan kibbutzlarda havarileri olmak için Degonya’yı terk etti. Diğer Aliyalarla da kibbutzlar büyümeye ve çoğalmaya devam etti. II. Aliya ile oluşan diğer kollektif yaşam alanı ise Moşavlardır. Moşav, İsrail’de kırsal alanlarda kurulmuş olan köylerdir. Kibbutzlara benzemelerinin yanında, çeşitli şekillerde birbirlerinden ayrılırlar. Moşavlarda belli bir orana kadar özel mülkiyet sahibi olunabilir. Her aileye kendi toprak parçası verilir, gelirlerini tarımsal üretimden sağlarlar. Kibbutzlarda tarımla ilgilenen aileler toprakları kollektif olarak işleyip, elde edilen geliri de paylaşır. Moşavlarda ise tarımla uğraşan aileler sadece kendilerinin olan toprakları işlerler; ancak her biçimde de toprak mülkiyeti İsrail Devleti’ne ait olduğundan ikisi de kolektif işletme olarak kabûl edilmektedir.Kibbutz felsefesi, hem Yahudi gelenekleri ve Yahudi dininin kurallarına göre hem de sosyalist sistemin gereklerine göre bir yapı oluşturmaktır. Günümüzde üç farklı kibbutz vardır, bunlar: Laik, ateist ve dindar kibbutzlardır. Dindar kibbutzların dışındaki, laik ve ateist kibbutzlar da Yahudi geleneklerinden kopmak istemediklerinden Şabat, Bar Mitzva gibi önemli dini kurallar yerine getirilir; ama genellikle Kaşerut kurallarına uyulmaz. Yâni etler kaşer olmasına rağmen; sütlü, etli aynı ortamda aynı gereçlerle yapılır. Kibbutz üyeleri, Kibbutztaki tüm varlıkların ortaklaşa sahipleridir. Öte yandan, Kibbutz dışında çalışanların gelirleri Kibbutz bütçesine doğrudan aktarılır. Tüm ekonomik, sosyâl ve kültürel faaliyetler birlikte gerçekleştirilir. Gelirleri tarımsal üretime dayanır ve bunun yanında farklı yan gelir kaynakları (fabrika, balıkçılık vb.) da vardır. Kibbutzlar İsrail’de sosyâl ve toplumsal bir vazife görmenin dışında, gelişen İsrail ekonomisinin de en sağlam yapı taşlarını oluşturmuşlardır. Somutlaştırmak gerekirse, özellikle 1967–1992 döneminde 100’den fazla fabrika kibbutzlar tarafından kurulmuştur. 1960’larda kibbutzların sanayileşmeye başlaması, kibbutz üyelerinin yaşam standartlarının yükselmesini sağlamıştır. Ağırlıklı olarak tarımsal alanda faaliyet gösteren kibbutzların, bir diğer güçlü olduğu alan ise, plastik sektörüdür; ancak dünyada birbirini izleyerek yaşanan ekonomik krizler ve değer yargılarındaki değişimler kibbutzları da etkisi altına almıştır. Günümüzde kibbutzlarda çalışanların sadece %38’i kibbutz üyesidir. Kibutzlarda daha çok dışardan işçi çalıştırılmaktadır. Bu, kibbutzların kurucusu Joseph Baratz’ın görüşüne ters olsa da kibbutzlar da ayakta kalabilmek, gelir kaynağı sağlayabilmek için değişen koşullara ve hayata ayak uydurması gerekiyordu. Her ne kadar temel felsefesinde ödün vermese de birçok kibbutzda katı kurallar günümüze göre daha yumuşatılmış, insanların şahsi bütçelerini yönlendirmelerine izin verilmiş, özel hayata tanınan serbestlik biraz daha arttırılmıştır.

Kibbutz Bayramı


Kibbutzlar aslında sosyalist bir köyden çok, kan bağının değil hayat bağının olduğu, senin benim kavramının ortadan kalktığı, her şeyin herkesin olduğu, temel ilkenin yardımlaşma olduğu kocaman bir ailedir.Kibbutzlar hakkında daha net bir resim oluşturmak için (kızın biri anlatıyor)-gittiğimiz Kibbutz Bayramı’nı anlatmak istiyorum.Lübnan sınırında bir tepede, dünyanın her yerinden 70 gönüllünün çalıştığı, havuzlu ve İsrail’e göre dondurucu diyebileceğim bir kibbutztaydık... Kibbutzu gezerken oldukça etkilendim. Yaşlı bakım evi, yuva, müze, süpermarket, çocuk parkı, barbekü alanı, havuzuna kadar kendilerine ufak bir dünya yaratılmış ve her şeyi ile kibbutz sakinleri ilgileniyor. Turun sonunda bize bir oda dolusu kıyafet sunuldu, çok şaşırdık ve ortaklığın bu kadarını da beklemiyorduk; ama bunu yaşamadan öğrenmek imkânsızdı.Kibbutzta ağırlıklı kazanç tarım olmasına rağmen tarla dışında da fabrika, gönüllü binaları, yaşlı bakımevi, kreş, çamaşır odası, tuvaletler, bahçe, yemekhane ve mutfak gibi çalışmak için birçok farklı iş seçeneği bulunmaktaydı... İsrail’in her yerinde olduğu gibi kibbutzta da Şabat günü(Cumartesi) çalışılmıyordu. Aileler genelde kendi pişirdikleri veya yemekhanenin kapısından gelip aldıkları yemekleri evlerinde yiyorlardı; ama Şabat akşamı herkes en güzel ve bakımlı hâliyle, bütün kibbutzlularla birlikte Şabat sofrasında Şabat’ı kutlamakta... Haftada bir Şabat akşamı bar gecesi yapılıyordu. Ufak mütevazı bir bar; ama yeterliydi. Bar kibbutzniklerle gönüllülerin iş dışında bir araya geldiği ve kaynaştığı tek yerdi. O ufacık bar yorucu bir hafta sonunda çok şey ifade ediyordu.Kibbutz eğlencenin yanında da insana birçok şey katıyor. Birçok farklı kültürle tanışıp dünyanın her tarafından arkadaş ediniyorsunuz. Ufkunuzu genişletip, sizinle aynı gelenek ve kültürden olmayan insanlarla ortak noktada buluşmayı, birlikte eğlenmeyi öğreniyorsunuz. Yardımlaşmanın tek taraflı da olabileceğini, her verdiğinizde almak gerekmediğini görüyorsunuz.Siz de böyle bir hayat tecrübesi edinmek isterseniz sadece uygun olduğunuz bir anda gitmek isteyin ve ertelemeyin. Tek yapacağınız Tel Aviv’deki Kibbutz Office’le iletişime geçmek ve gitmek.

Gitmek isteyen arkadaşlar google'a kibbutz yazıp gerekli bilgileri elde edebilirler.

21 Eylül 2008 Pazar

düş-üş


yet another movie

bir ses, bir tek ses
bir öpüş, bir tek öpüş
bir yüz pencere camının dışında,
peki nasıl gelindi bu noktaya?
koşan bir adam, ağlayan bir çocuk
işiten bir kız, yalan söyleyen bir ses
kıpkırmızı yanan güneş
boş bir yatağın görüntüsü
gücünü kullanırken, çok haşindi adam
kız birazdan teslim olacak, daha fazla dayanamayacak
kaderin oyunu, yerine getirilmemiş vasiyet
biri yatıyor hareketsiz halde
adam güldü ve agladı
adam savaştı ve öldü
o da aynı diğerleri gibi,
o ne en kötüsü, ne de en iyisi
ve hala bu durmayan mırıldanış,
tahammül ettiğim bu gevezelik,
yüz denizleri, gözler yukarı dikilmiş
boş perde, ifadesiz bakış
siyahlar giymiş bir adam, kar beyazı bir at üstünde,
anlamsız bir yaşam sona eriyor,
kırmızı halkalı gözler, gözyaşları hâlâ akıyor
o gözden yiterken batan güneşin içinde.


~Pink Floyd

20 Eylül 2008 Cumartesi

burası neresi?




The Doors - Morrison Hotel
@Los Angeles

17. sone

Hiç kimse inanır mı şiirime ilerde.
Yazarsa baştan başa senin gerçek övgünü?
Tanrı bilir, şiirim varlığını gizler de
Şimdi bir mezar gibi örter eşsiz yüzünü.
Anlatsam gözlerinin güzelliğini bir bir,
Sayıp değerlerini tüketsem sayıları,
Bir gün derler ki “Ozan yalancı mıdır nedir,”
“Dünyadaki yüzleri okşamış mı ki Tanrı?”
Solgun tomarlarımı hor görerek yererler
Gerçeği az, lafı bol bir bunak diye bir gün:
Hakkın olan övgüye ozan saçması derler
Ve şişirme sözleri antika bir türkünün:

Ama yetiştirirsen bir yavru o günlere,
Yavrunla, şiirimle yaşarsın iki kere.

üçüncü şahsın şiiri

gözlerin gözlerime değince,
felaketim olurdu ağlardım.
beni sevmiyordun bilirdim,
bir sevdiğin vardi duyardım.
çöp gibi bir oğlan ipince,
hayırsızın biriydi fikrimce.
ne vakit karşimda görsem,
öldüreceğimden korkardım,
felaketim olurdu ağlardım.

ne vakit maçka'dan geçsem,
limanda hep gemiler olurdu.
agaçlar kuş gibi gülerdi,
bir rüzgar aklımı alırdı.
sessizce bir cigara yakardın,
parmaklarımın ucunu yakardın,
kirpiklerini eğerdin bakardın.
üşürdüm içim ürperirdi,
felaketim olurdu ağlardım.

akşamlar bir roman gibi biterdi.
jezabel kan içinde yatardı.
limandan bir gemi giderdi,
sen kalkıp ona giderdin.
benzin mum gibi giderdin,
sabaha kadar kalırdın.
hayırsızın biriydi fikrimce,
güldü mü cenazeye benzerdi.
hele seni kollarına aldı mı;
felaketim olurdu ağlardım.


~Attila İlhan

19 Eylül 2008 Cuma

oasis e hain saldırı


Oasis'in gitaristi Noel Gallagher, Toronto'da verdikleri bir konserde -virgin fest- hain bir saldırıya uğradı.

Morning Glory şarkısını çalarken sahnenin arkasından gelen kimliği bilinmeyen bir kaçık uçan tekme ile Noeli seyircilerin arasına uçuruyor. Olayın şokunu üzerinden çabuk atan Liam Gallagher, sen haaaa kardeşime haaa deyip saldırgana dalmaya çalışsa da araya giren güvenlik görevlileri saldırganı sahne arkasına alıyor. Orada yalazıyı vermişlerdir artık. Seyircide gazı almış auuuwww fiyuuuu


İzlemek için : tıkla

18 Eylül 2008 Perşembe

Leviathan'da Cinayet



Paris 1878: İlginç biri olan antikacı Lord Littleby ve on hizmetkârı, Littleby Malikânesi’nde ölü bulunurlar. Bu arada paha biçilmez bir Hint şalı da kaybolmuştur. Komiser 'Baba' Gauche, suç mahallinde balina şeklinde altın bir anahtar bulur. Ve bunun Southampton Limanı’ndan Kalküta’ya ilk seferini yapmak üzere olan Leviathan adındaki dev yolcu gemisinin bileti olduğunu anlar. Komiser, katilin de yolcular arasında olduğundan kesinlikle emindir...Uluslararası bir üne sahip olan Boris Akunin’in son romanı olan Leviathan’da Cinayet, okuyuculara son sayfasına dek gerilim dolu anlar yaşatıyor.

Not: ilginç bi kitap okumanızı tavsiye ederim.yahu nerden buliyim ben bu kitabı zaten kitap fiyatlarıda çok uçmuş okumak mümkün mü he diye düşünüyorsanız,kitap bende var,kütüphaneden ödünçaldım.size bi güzellik yapıp taratabilirim.e-kitap olarak okuyabilirsiniz.tabi bu kesin değil tamamen zevkime,şevkime ve insaniyetime kalmış:p

Last Shadow Puppets'dan İki Yeni Cover



Last Shadow Puppets Lee Hazlewood ve Nancy Sinatra'nın "Paris Summer"ını ve Burt Bacharach’ın "My Little Red Book"unu canlı olarak kaydetti. İki şarkı da yakın zamanda yayınlanacak "My Mistakes Were Made For You" single’ında yer alacak. Age of the Understatement single'ında da grup, David Bowie'nin "In The Heat of The Morning" şarkısını yorumlamıştı. Anlaşılan o ki bu projede, etkilendikleri büyüklerine saygı niteliğinde, yayınlayacakları single’lara bir iki cover yerleştirmeye devam edecekler.

her zaman

kararıyor gözüm
her adımda, yanımda
duruyor sözün
kulaklarımda yapışmalar
nefes alamıyor kalbim
her ne olsuysa durumun buysa
kanıyor içim
kötü değilim hiç haketmedim

her zaman var ol inan ki
geriye baksan da alışık olsan
öylesine garip bir an ki
ağlasan olmaz inlesen olmaz

gün oluyor, bir gün gel desen
ay oluyor, bir ay var desen
yıl oluyor, düşler gerçeğe
dönemiyor
yol oluyor
bırakayım gömeyim toprağa
yokmuş gibi kaçayım ardıma
yürüyorum, yollar var daha

her zaman var ol inan ki
geriye baksan da alışık olsan
öylesine garip bir an ki
ağlasan olmaz inlesen olmaz

kalbim o kadar viran ki



~İhtiyaç Molası

16 Eylül 2008 Salı

Pink Floyd'un klavyecisi öldü


Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük müzik grupları arasında gösterilen Pink Floyd'un kurucu üyelerinden Richard Wright, 65 yaşında öldü.


Grubun klavyecisi Richard Wright, Pink Floyd'un en çok bilinen albümlerinden The Dark Side of the Moon ve Wish You Were Here'daki bazı şarkıların söz yazarı ya da bestecisiydi.

"Us And Them" ve "The Great Gig In The Sky", sözlerini Richard Wright'ın yazdığı şarkılardan ikisi.

Richard Wright'ın sözcüsü, müzisyenin, "kansere karşı verdiği kısa bir mücadele sonrası" yaşama veda ettiğini duyurdu.




**Wright, Pink Floyd'un üyelerinden Roger Waters ve Nick Mason'la kolejde tanışmış, onların Sigma 6 adlı grubuna katılmıştı.

Sigma 6 daha sonra Syd Barrett'ın da katılımıyla, Pink Floyd'a dönüşmüştü.

1968'de Syd Barrett'ın yerini David Gilmour almış; Pink Floyd da özellikle, 1973'te piyasaya çıkan Amerika Birleşik Devletleri'nde ve 10 yıldan uzun süre en çok satan albümler listesinde kalan The Dark Side Of The Moon adlı albümle, dünya çapında ün kazanmıştı.

Richard Wright 1980'li yılların başında kısa bir süre için Pink Floyd'dan ayrılarak, kendi grubunu kurmuş; 1987'deki "A Momentary Lapse of Reason" albümüyle yeniden Pink Floyd'a dönmüştü.

1981'de Roger Waters'ın gruptan ayrılmasının ardından, Richard Wright, Dave Gilmour ve Nick Mason'la birlikte Pink Floyd adıyla albümler çıkarmaya ve turnelere çıkmaya devam etmişti.

Pink Floyd'un son albümü The Division Bell 1994'te çıkmıştı.

Grubun 1968 sonrasındaki çekirdek kadrosu Roger Waters'ın da katılımıyla 2005'te, Londra'daki Hyde Park'ta Live 8 konserleri çerçevesinde 24 yıl sonra ilk kez bir araya gelmişti.

Richard Wright'ın ölümü sonrası, Hyde Park'taki Live 8 konseri tarihe, "bu dörtlünün son konseri" olarak geçecek.


Hoşçakal çılgın klavyeci..

15 Eylül 2008 Pazartesi

the man who sold the world



Birçokları gibi bende bu şarkıyı Nirvana' nın mtv unplugged yorumu ile tanımıştım ama aslı çok daha eskilere dayanıyor. Şarkının orjinali David Bowie' nin aynı isimli 1971 tarihli albümünde yer alıyor.



David Bowie - The man who sold the world



13 Eylül 2008 Cumartesi

Hey joe!

hey joe!
biliyorsun sen bunu:
en son duyulan ayak sesleri ve üzerine kapanan demir kapı.
çıkıyor musun bu sefer, yeniden mi giriyorsun içeri,
anlaşılmıyor şarkıdan,
anlaşılmıyor joe!

gençliğimizin polisiye günleri:
kendi romanlarımız için ayırdığımız adlar:
sanki o romanlar sahi de, yaşadıklarımız yalan:
aynadaki ölü, zebra cinayeti, kandaki tuz, timsah
sokaği cinayeti, profesyonel kin, suç bayrami, sudaki
yalan, benekli karanlik, kumun seyrek zamani, cesedi
su akarken birak köprüden, kan durağinda inecek var,
tek tabanca, bakimsiz bahçede birkaç ölü.

hey joe!
orada mısın?
kapının arkasında mısın?
her zamanki gibi saklanıyor musun?
her geldiğinde bir başkası mısın?
her geldiğinde yaptığın gibi saklanıyor musun hayallerinden?
orada mısın sahiden?
işığa çık, buraya gel, bütün oyunlarına varım ben.
bir şiirimin duvarına asılı kalan
unuttuğun deri ceketini almaya mı geldin?
led zeppelin’in dört yanımda bıraktığın remizlerini?
beni yatağa bağlayacak mısın yine?
ağzındaki şarabı ağzıma dökerken
akşama çocukları da al gel,
sen, ben, çelik bilek, kinova, dr.no.
ne kadar kana benziyor kardeşlik
nabızdaki sızının büyük yemini
damarlarımızda dolaşan yabancı tadı kendinin kılmak
ne kadar çok giyersek birbirimizin kazaklarını, montlarını
birbirimizin teni, kokusu oluyorduk
önceki zamanlarını kıskanıyorduk birbirimizin; ama belli etmiyorduk
bir kitaba çalışır gibi çalışıyorduk hayatı
geleceği birbirimizin geçmişinde arıyorduk
kendimize geceden bir ülke yapmıştık, ikimizden bir zaman
kundakçı bir dil kullanıyorduk dünyaya karşı
uydurduğumuz sözcükleri bir tek biz anlıyorduk,
okulu kırar gibi hayatı kırıyorduk
yol için, keouac, spanish caravan, love street
bedenlerimiz için, kokulu bahçe!
ütopyalarımız için, güneş ülkesi!
arkadaş evlerinde unutulmuş siddharta,
yarım ay birinci paketi,
kalın dumanını araladığımız ot
içimizde nepal, içimizde tibet
pencere camlarında arkadaş ıslıkları
bodrum’da zıpkın yemiş bir yazdan
çıplak yara göğsümüze dizilmiş deniz kabukları
içimizde bir türlü yatışmayan
yaralı hayvan
kendimizi dünyaya çarpa çarpa kırmaya çalıştığımız kabuk
neye küsmüşsek küsmüşüz bir kere, içimizde küs çizgisi
denize benzeyen ya da denizsizliğe
el ele tutuştuğumuzda, bir yazgı gibi avucumuzun içinde
canımdaki ateş olmasa bunca yıl sonra söylemezdim şiirini joe,.....
...
çık ortaya saklandığın yerden!
yoruldum, azaldım beklemekten.
bazen düşünüyorum da!
var mıydın sahiden, yoksa bir şarkının anısı mı uydurdu seni?
hiçbir şey benzemiyor değil mi, şimdi geçmişten daha çok bizim
olan gençliğimize?
bilmem ki, karşılaşsak bile birbirimizi hatırlayabilir miyiz yeniden?
ikimiz de artık bir başkasıyken,
gene de sen bilirsin joe, sen bilirsin,
öyle iyiydi, bir düşün istersen.

Murathan Mungan

12 Eylül 2008 Cuma

life is life


şu yatakları birleştirsek de beraber ''uyusak''?
çok mu şey istiyorum?

Andrei Romanovich Chikatilo


The Rostov Ripper

"Ben doğanın bir hatasıyım, deli bir hayvanım”

"Yaptıklarımı cinsel bir tatmin için değil, daha çok huzur bulabilmek için yaptım"

Oğlanlar ve savunmasız genç kızları hedef olarak seçmişti. Çoğu zaman onları evlerine bırakmak, karınlarını doyurmak ve yardım etmek bahanesiyle otobüs duraklarından yollardan alıp, ıssız yerlere ormanlara götürürdü. Burada onlara hayal gücümüzü zorlayan kötülükler yapıyordu. Dillerini kesiyor, meme uçlarını ısırarak koparıyor, cinsel organlarını yiyor, gözlerini çıkarıyordu. Bu saydıklarımız sadece onun yaptıklarından birkaçıdır. 1984’te dört haftalık bir dönemde 6 genç insanı doğramıştır.

Yöneticiler Seri Cinayetleri çürümüş bir batı fenomeni olarak ilan edip propaganda malzemesi yaptığı sırada, suç tarihinin en büyük psikopatlarından biri Liman şehri Rostov’da bulunmaktaydı. Sınıfsız bir toplumda suç var olamaz doktrinini çürütmemek için Yetkililerce 1978-1990 yılları arasında 12 yıl boyunca bu canavarca işler yok sayıldı ve toplumdan gizlendi. Bu durumda zavallı vatandaşlar yıllarca bu canavar Seri katille yan yana yaşadıklarını bilemediler. Halk arasında birçok söylenti ve şehir efsaneleri oluştu. Bu arada güvenlik güçleri birçok şüpheliyi yakaladı ve eski bir tecavüz suçlusu olan şüphelilerden biri Chikatilo’nun işlediği cinayetten suçlu bulunup idam edildi.

Kurbanlar çoğunluklar fahişeler ve çocuklardı. Cinayetler daha çok tren istasyonları ve otobüs durakları yakınında bulunan ormanlık arazilerde işlendiği için tüm istasyonlara yüksek rütbeli resmi ve sivil görevliler yerleştirildi ve tüm şüpheli durumlar rapor edilmeye başlandı. Çünkü bir emperyalist batı hastalığı olarak görülen ve komünist düzende hiçbir zaman rastlanmayacak bir suç türü olan seri cinayetlere hiç de hazırlıklı değillerdi. Başka da yapacak bir şeyleri yoktu.

Aslında Polis Chikatilo’yu 23 insanı öldürdükten sonra 1984 yılında yakalamıştı. Cinayetlerin artması üzerine polis, fahişelere yaklaşan şüpheli şahısları takip ederken birçok fahişeye yaklaşmaya çalışan ve bir tanesinin halka açık yerde göğsünü okşayan biri olarak Chikatilo’yu gözaltına aldı.Bu yepyeni suç türüne yabancı olan polis onu incelediğinde sıradan bir insan olduğunu, Komünist partisi üyesi olduğunu ve düzenli bir yaşantısı olduğunu görünce serbest bıraktı. Tabi ki bırakılmasının tek sebebi bu değildi. O dönemde kokuşmuş polis teşkilatında suç delilleri doğru düzgün incelenmemişti. Delil olarak bulunan kan ve meni örnekleri birbirine karıştırılmıştı. Teknoloji yetersizdi ve beceriksizdiler. Cani serbest kalmıştı ve yakalanana kadar cinayetlerine devam edecekti.

Çaresizlik içinde kıvranan devlet görevlileri beğenmedikleri Amerikan sisteminin Seri Cinayetlerde kullandığı bir yöntem olan Profilleme yöntemini kullanmaya karar verdiler. Bununla ilgili Psikiyatr Dr.Alexander Bukanovski görevlendirildi. Bukanovski bir profil çizecekti ve yakalandığında Chikatilo’ya birebir uyduğu görülecekti.

YAKALANIŞI : 20 Kasım 1990 tarihinde bir polis ormanlık alandan çıkan bir şüpheliyi durdurdu. Şahsın yüzünde kan zerresi vardı ve ayakkabılarını yıkamıştı. Kimlik kontrolünde şüphelinin Andrei Chikatilo olduğu anlaşıldı. Yapılan incelemede 54 yaşında, Komünist Parti üyesi, 2 çocuk sahibi ve eğitimli bir kişi olduğu anlaşılınca yıllar önce olduğu gibi bir kez daha yaşam tarzı ve konumundan dolayı serbest bırakıldı. Ancak ertesi gün o bölgede bir kız çocuğunun cesedi bulundu. Bu bölgeyle ilgili bir gün önceki raporlar incelendiğinde artık çanlar Chikatilo için çalıyordu. 21 Kasım 1990 günü yakalandı ve tutuklandı.

10 gün boyunca konuşmadı. Gözaltı süresi dolmak üzereyken polislerden farklı bir yöntem izleyen Psikiyatr Dr.Alexander Bukanovski’ye her şeyi itiraf etti. Polis 36 cinayetten şüphelenirken 17 cinayet de üzerine eklendi. 53 insanın canice öldürülmesi, cesetlerinin parçalanması, tecavüz edilmesi ve etlerinin yenmesi eylemlerini en ince ayrıntısına kadar anlatmak ve maketler üzerinde göstermek Chikatilo’ya ayrıca bir zevk veriyordu. Keserek yediği cinsel organlar için “Çok pembe ve esneklerdi” ifadesini kullanmıştı.

Chikatilo 1990 yılında yakalandığında 53 insanın öldürülmesinden yargılandı. Bu davaya halk arasında ‘Aptal Davası’ adı takıldı. Ancak herkes biliyordu ki gerçek sayı çok daha fazlaydı. Kurbanların ailelerinden korunması için çelik kafes içinde mahkemeye getirildi. Yargıç Leonid Akorzanof’un suçlamaları okuması 2 gün sürdü. Yargılama heyetine saldırmak istedi. Pantolonunu indirerek cinsel organını mahkeme salonundakilere gösterdi. Akıl sağlığının yerinde olmadığı gibi bir izlenim vermeye çalıştı. Ama o deli değildi. Tam iki saat boyunca ifade verdi. İfadesinde ;Üreme organlarının çalındığını, olaylar esnasında kontrolünü kaybettiğini iddia etti. Dava 6 ay sürdü.14 Ekim 1992 tarihinde sonuçlanan mahkemede İdama mahkum edildi ve 11 Ekim 1994 tarihinde Rostov hapishanesinin bir hücresinde sağ kulağının arkasına tek kurşunla idam edildi.

BİYOGRAFİSİ: Bu olay herkesi şaşkına çevirmiş ve dehşete düşürmüştü. Uzmanlar Chikatilo’nun bu suçları işleyebilecek duruma gelmek için hangi aşamalardan geçtiğini ve bir canavara nasıl dönüştüğünü anlayabilmek için geçmişinde izler aradılar ve çok ilginç bulgulara rastladılar.

1936 Ukrayna’da doğmuştu. Stalin’in sert politikaları halkı eziyordu. Açlık vardı.Çiftçiler bütün mahsullerini devlete veriyorlardı ve insanlar açlıktan ölüyordu. Aç kalan insanlar ölüleri yemek zorunda kalmıştı ve Yamyamlık başlamıştı.

Çocukluk yıllarında annesi sürekli olarak abisinin yamyamlar tarafından öldürülerek yendiğini anlatıyordu.

1943 yılında annesi hamile kalmıştı ve babası yıllardır cephedeydi. Muhtemelen annesinin bir Alman askeri tarafından tecavüze uğramasını seyretmek zorunda kalmıştı.

Babası Almanlara esir düştü. 1949 yılında döndüğünde ise Stalin yönetimi tarafından hainlikle suçlandı. O dönemde savaşta esir düşen ve geri dönenlere hain damgası vurmak adet olmuştu.

Bu sendromların etkisinde çocukluk yıllarını tamamlayıp gençlik yaşlarına geldiğinde yakışıklı ve dikkat çekici bir genç erkek olmuştu. Genç kızların ilgisini çekmekte zorlanmıyordu. İlk cinsel deneyiminde başarısız oldu ve bu durum çevreden duyulduğunda alay konusu oldu. Daha sonraki denemelerde de başarısızdı ve artık o ve çevresindekiler biliyordu ki o iktidarsızdı.
İktidarsızlık, ona alay konusu olma ve aşağılanmayı getirmişti.

Bu ortamdan uzaklaşabilmek için Moskova’ya giderek Hukuk okumaya karar verdi. Ancak sınavda başarılı olamadı. Başka bir yüksek okula gitmek zorunda kaldı. İktidarsızlığını arka plana atmak için başka yönlerini geliştirmek istiyordu. Komünist Partiye üye oldu.

1963 yılında Kız kardeşiyle aynı evde oturan evde kalmış bir kızla ablasının baskısıyla evlendi. Cinsel hayatları yoktu. Sohbet ediyor ve birbirlerine destek oluyorlardı. Çocuk yapmak için mastürbasyon gibi çeşitli yöntemler deniyorlardı. 1965’te başarılı oldular ve ilk olarak bir kızları ve 4 yıl sonra da bir oğulları aynı yöntemle dünyaya geldi.

Parti üyesiydi, geliri iyiydi, ailesiyle iyi geçiniyordu. Sıradan ve saygı değer bir insan olmuştu.

1970 yılında bir orta okulda işe başladı. Ancak bir süre sonra öğrencileri tarafından ciddiye alınmamaya ve çevresinde aşağılanmaya başladı. Öğrenciler onun yanında sigara içiyorlardı ve kendisine ‘Aptal’ anlamına gelen bir lakap takmışlardı. Psikolojisi olumsuz etkileniyordu. Okulda flört eden öğrencileri gördükçe iktidarsız olduğu aklına geliyor ve topluma karşı nefreti artıyordu. Küçük yaşta kız ve erkek öğrencileri taciz etmeye başladı. Onlar onu aşağılamıyordu ve itiraz edemiyorlardı.

1974 yılında taciz olayı sebebiyle okuldan kovulduğunda okul yöneticileri onu bir rezaletin parçası olmamak için ifşa etmek istemediler. Sadece kendilerinden uzaklaştırdılar. Ancak onun diğer eğitim kurumlarında çalışması bu durum sayesinde mümkün oldu.

Rostov 33 numaralı meslek okulunda işe başladı. Burada çalışırken ailesinin de bilmediği bir köhne ev satın aldı. Bu ev tüm bu vahşetlerin başlangıcı olan ilk cinayetin Olay yeriydi.

İLK CİNAYET :1978 yılıydı. 9 yaşındaki Elena Zakadnova’yı bir sakızla kandırarak bu eve götürdü. Çocuğa cinsel tacizde bulundu. Çocuk buna itiraz edemedi ve o kendini istediği her şeyi yapabilecek güçlü bir erkek gibi hissetti. İktidar ve zevk hisseti. Ancak cinsel organıyla bir şey yapamayacağını anlayınca bıçakla kızın cinsel organını kesti ve yedi. Çok sayıda bıçak darbesiyle öldürdükten sonra cesedini evin yakınındaki nehre attı. Ceset bulunduğunda polisler evin yakınında kan bulmalarına rağmen ondan şüphelenmediler. Çünkü o iyi bir yurttaşdı.

Eski bir tecavüz suçlusu bu olayın faili olarak yakalandı, suçlu bulundu ve idam edildi.

Chikatilo bu olaydan sonra korktu ve kabuğuna çekildi. Öğretmenliği bıraktı. 2 yıl suç işlemedi. Sade bir hayata başladı ve inşaat şirketleri için tedarikçilik işine başladı. Bir süre böyle yaşadıktan sonra dürtüleri onu rahat bırakmadı.

1981 yılı 3 Eylül’ünde 17 yaşında Larisa isimli 17 yaşında bir genç kıza cinsel ilişki teklif etti. İkinci defa tutmuş olduğu gizli eve gittiler. Ancak ilişki gerçekleşmedi. İktidarsızlık onu yine harekete geçirdi. Genç kızı defalarca bıçaklayarak öldürdü ve cesedi ısırdı. İntikam arıyordu.

Artık tüm dünyayı dehşete düşüren seri cinayetlerine tekrar başlamıştı. Ta ki, yakalandığı 1990 yılına kadar.

HAKKINDA KİTAP : Hunting The Devil, 1993, Richart Lourie

HAKKINDA FİLM :Citizen X-Chris Gerolmo'nun Robert Cullen'in aynı adlı romanından uyarlayarak 1995 yılında TV için çektiği ama başarısı üzerine sinemalarda gösterilen, 50'den fazla insan öldüren Rusya’nın tek seri katili Andrei Romanovich Chikalito'nun hikayesini anlatıyor. Yönetmen Neil Jordan'in favori aktörü Stephen Rea, seri katilin pesindeki yorulmak bilmeyen ve komünist sisteme isyan eden ajan rolünde inanılmaz basarili, Donald Sutherland ve Max Von Sydow diğer başrol oyuncularıdır. Chikatilo’yu ise Jefrey De Munn canlandırmıştır.

16. sone

Acaba neden: daha güçlü bir yol bulamam
Savaşmak için Zaman denen kanlı zalimle?
Ve çürümemen neden başka bir kutlu yoldan
Değil de yalnız benim kısır dizelerimde?
Şimdi en mutlu çağın doruğu senin yerin;
Bak can atıyor nice el değmemiş bahçeler
Erdemle sana canlı çiçekler vermek için:
Bu düzmece eşlerden sana çok daha benzer.
Ancak yaşam düzeltir yaşam çizgilerini;
Zamanın kalemi, toy kalemim can katamaz
Ve iç değerlerinde, dış görkeminle seni
Yansıtıp insanların gözünde yaşatamaz.


Varlığını sebil et: sana kalır varlığın;
Kendi elinle çiz ki sürsün bahtiyarlığın.

cam yaz

adını arayan rumuz
eylüllerden yaz yap bana
bir dönümlük bir dünyada
şiirim mıntıka temizliği
cam şişelere koyduğum
eylüllerden yaz yap bana
bir dönümlük bir çocukluk
gökkuşağı uçurtma
mayın mantar ütopya
yalancı mücevherler gibi
birbirine benzemeyen şiirler yazdım
okyanusa karşı ağladım sonra
bak ay karışıyor akşama
acemi mevsimlerdi
aşk adı altında yıllarca tek kale top oynadım
cam üfledi şiirlerimi
batık gökkuşağı, patlamış mayın
yırtık uçurtma
eylül gelmeden bavulumda ütopya
kendime trenlerden ayrılık aldım
bak ay karışıyor alnıma
adını arayan rumuz
bu mantar sende kalsın
yırt at bu şiiri okuduktan sonra.


~Murathan Mungan

Albenisi Göklerde Dergi: WProst




Daha önce Almanya Başbakanı Angela Merkel'i Polonya'nın ikiz liderlerini emzirirken gösteren bir fotomontaj kapakla adından söz ettiren Polonya 'daki WProst dergisi, şimdi de Rusya Başbakanı Vladimir Putin'i, Fransa lideri Nicolas Sarkozy'yi tokatlarken gösteren bir fotomontajı kapak resmi yaptı.


'Avrupa için Ortaklık' başlıklı manşet haberi için kullanılan fotomontajda, Putin'in Sarkozy'yi kucağına yatırıp, küçük bir çocuk gibi kalçasından tokatladığı görülüyor.
Haberde, Avrupa Birliği'nin her geçen gün daha fazla Rusya'nın gücüne boyun eğdiği ve giderek Moskova'nın kolonisi olmaya başladığı belirtildi. Haberde, bu gelişmelerde Sarkozy'nin oynadığı rolün de büyük olduğu vurgulandı.


Dergi geçtiğimiz yıl da, Merkel'i Polonya Devlet Başkanı Lech Kaczynski ve kardeşi Başbakan Jaroslaw Kaczyinski'yi emzirirken gösteren bir fotomontaj yayınlamıştı. Kapak, Almanya'da büyük tepki toplamıştı.

11 Eylül 2008 Perşembe

The Principle and The Whip




Indeed, we’ve seen the serpent rise, six-legged triumphant reptile.

Success!
Chakra!
I love you like no other.
Totalitarian regards.
The principle and the whip.
Silence the mutant mind.
Inside this dormant.

Cyst.
Outnumbered, writing in his presence.
Reinventing the myths.
Reversing the symbols.
It is inevitable...

Forgotten Woods - The Principle and The Whip

Lady D arbanville



leydim darbanville neden bukadar çok ve hareketsiz uyuyorsun
seni yarın uyandıracağım ve benim eşim olacaksın
evet benim eşim olacaksın
leydim darbanville neden bu beni çok üzdü
fakat kalbin çok sessiz görünüyor
neden çok yavaş nefes alıyorsun
leydim darbanville bu gece çok soğuk görünüyorsun
dudakların kış anımsatıyor bana tenin beyaza döndü
leydim darbanville neden beni öyle selamlıyorsun
kalbinde çok sessiz görünüyor
neden çok yavaş nefes alıyorsun
mezarda yatsan bile daima seninle olacağım

la la la la la laa...


Cat Stevens

10 Eylül 2008 Çarşamba

Kurdun Ağzından Kırmızı Başlıklı Kız Masalı


BÖYLE ÇOK TATLI GÖRÜNÜYOR DEĞİL Mİ? KANMAYIN! ÇOK ACIMASIZDIR,FINDIK KIRAR GİBİ KALP KIRAR...ZAVALLI KURT'UN KALBİNİ KIRIP,KOŞARAK UZAKLAŞTI,NERDE OLDUĞU BİLİNMİYOR...ARANIYOR...

"Kırmızı Başlıklı Kız" masalını bir de kurdun ağzından dinleyelim :

Her gün yaptığım gibi ormanı temizlemeye çıkmıştım. Orman benim evim, temiz tutmak da benim görevim. Derken bir kız beliriverdi. Kırmızı başlık ve peleriniyle çok şüpheli bir görünümü vardı. Kimin aklına gelir bu garip kıyafeti giymek. Bir kurnazlık peşindeydi mutlaka. Bir süre dikkatle izledim bu garip kızı. Elinde taşıdığı üzeri örtülü sepette kim bilir ne taşıyordu!.. Yürüyüşü bile normal değildi. Yanına yaklaşıp ne yaptığını sorunca bana büyükannesinin evine gittiğini söyledi ama gel de inan. Yine de bıraktım peşini kendi işime döndüm. Ama aklım o kıza takıldı bir kere... Bir gidip bakayım doğru mu söyledikleri dedim kendi kendime; gerçekten böyle bir büyükanne var mı? Siz olsaydınız gerçekliğini kontrol etmek istemez miydiniz? Orman benim evim. Ben hem ev sahibiyim, hem de diğer orman sakinlerine karşı sorumluyum.

Neyse uzatmayayım... Gittim, baktım ve gerçekten bir büyükanne buldum. Sorduğumda "evet o küçük kız benim torunum" dedi. Ben de sorumlu bir kişi olarak; "bu küçük kız yabancılarla konuşulmayacağını öğrenmemiş daha!..." dedim ve anlattım küçük kızla karşılaşmamı... Büyükanne de ürperdi ve birlikte küçük kıza bir ders vermeye karar verdik. O yatağın altına saklandı, ben Onun geceliğini giydim, başlığını taktım ve yatağına yattım. Küçük kız birazdan içeri girdi. Seslendi cevap verdim. Ne şaşkın bir çocuk!.. Beni büyükannesi sanıvermişti. Ben benim büyükannemi değil sesinden, kokusundan bile tanırım oysa ki. Neyse bunlar bir şey sayılmaz, daha neler yaptı bilseniz. Kulaklarımın niçin büyük olduğunu sordu. Ne ayıp şey hiç sorulur mu!... Yine de çocukluğuna verip yumuşak bir sesle cevapladım. "Seni iyi dinlemek içi\"... Ama bu sefer kalkıp da burnumun niçin büyük olduğunu sormaz mı!.. Küçük kız hiç mi hiç terbiye almamış. Ben zaten burnumu kendime kompleks haline getirdim, öz-güvenim sallantıda. Psikologlar, estetikçiler... Dünya para harcıyorum ama nafile. Yine aldırmamaya çalışırken bu sefer de ağzımın kocaman olduğunu yüzüme vurmaz mı! Tabi ki kızdım, siz olsanız kızmaz mıydınız?

O sinirle ayağa fırlayıp peşinde koşturmaya başladım. Birden ne olsa beğenirsiniz! Bir kocaman avcı elinde tüfek kapıdan dalıverdi. Beni "seni hain kurt, büyükanneyi yedin değil mi?.." diye suçlamaz mı !.. Halbuki büyükannenin kılına bile dokunmadım, O da saklandığı yerden çıkıp beni korumaya çalışmadı. Malum yaşlılık, kulakları iyi duymuyor. Avcı mahkeme yapmadan infaz kararımı verdi. Tabi ben de adalet bulamayacağımı, hatta canımı yitireceğimi anlayıp pencereden zor attım kendimi. Geçirdiğim büyük korkunun sarsıntısı yetmiyormuş gibi o gün - bu gün ormanda bile yüzümü rahat gösteremez oldum. Adım haine çıktı.

Yeter Artık... Ben Suçsuzum...

-------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu hikaye bana Kırmızı Başlıklı Kızın sinemaya değişik bir biçimde uyarlanmış olan Hoodwinked(Aldatılmış) versiyonunu hatırlattı,izlemenizi tavsiye ederim,mükemmeldi.Hoodwinked'da Kurt polisti,büyükanne gizli ajandı,yemek kitabını korumaya çalışıyordu,karete fln biliyordu neyse pek hatırlayamadım ayrıntıları şimdi.izleyin ve görün.

sokak kültürü



>> sokak kültürü'nde asfalt sokaklar vardır. sokaklarda taştan kaleler ve 3 kornerin penaltı olduğu bitmek bilmez maçlar vardır. küçüksen kalede, ağır abiysen forvettesindir.

>> sokak kültürü'nde anneler vardır. en güzel maçın en heyecanlı dakikasında eve çağırılırsın. itirazlar ve isyanlar bir yere kadardır.
>> sokak kültürü'nde `annesi tarafından henüz yeni yıkanıp sokağa salınan` çocuklar vardır. annelerinin eline tutuşturduğu ekmek arası saralle ve sola taranmış tarık akan modeli saçları olmazsa olmazıdır.

>> sokak kültürü'nde babalar vardır. akşam olduğunda sokağın ucunda ellerinde poşetle göründüklerinde arkadaşların tarafından "baban geliyor lan" diye uyarılırsın.

>> sokak kültürü'nde "bir tur versene lan" cılar vardır. bindimi bisiklete inmek bilmezler. yine de her defasında bisikleti isteme adabını çok iyi bilirler.

>> sokak kültürü'nde "dekman" vardır. tahtadan taramalılar adam öldürmez. ama "dışın" diye ses efekti ile doğrultmuşsa bir tahta sana ölmek zorundasındır.

>> sokak kültürü'nde kağıttan yapılmış ucu sivri fişekler ve hortumlar vardır. hortumlarla şişlemece oynanır. ve mutlaka iyi tükürüklenmemiş fişeklerin hortumları tıkaması (şişme) kaçınılmazdır. tıkanan hortum tersten "ppphuoooaa pppphuuuoaa" diye üflenir. bazen fırlamalıklar yapılıp fişeklerin ucuna diken, iğne takılır ve kedi avına çıkılır. ve her avcının mutlaka yedek kağıttan desteleri vardır.

>> sokak kültürü'nde mutlaka sümüklü çocuk vardır. sümüklü çocuğu sümüklü yapan sarımsı sümüğüdür. o sümük asla yaz/kış konumunu bozmaz.

>> sokak kütürü'nde anne tarafından bizzat sofra bezi'nden bozma pijamalı çocuklar vardır.

>> sokak kültürü'nde demir parmaklıkların arkasında evinde bol kedi yaşayan yaşlı teyze/amcalar vardır. meraklı gözlerle dedikodu ve ilginçlikler arar. kim kim le çıkar, kimin sevgilisi vardır tüm haberler ondadır.

>> sokak kültürü'nde mahalleye arada dozer gelir. o gün davullar zurnalar çalmaz ama kültürün çocuklarındaki heyecan tavan yapmıştır. tüm meraklı gözler dozerin toprağı eşmesini, kepçeyi yöneten dozer operatörünü ve kamyonun her defasında nasıl sallandığını iyice takip eder. çünkü ertesi gün oyuncak dozerler taklide çoktan başlamıştır boş arsalarda.

>> sokak kültürü'nde çocuk uyutan anneler vardır. çocuk uyutan anneler sokak kültürünü sevmez. çünkü sokak kültürü gürültü demektir. gürültü minik bebeği keyfini kaçırır. minik bebekde sokak kültürü çocuklarının keyfini.

>> sokak kültürü'nde tsubasa izlenir. tsubasa tv de iken sokak boştur. ertesi gün her çocuk kendine özgü şut denemeleri yapsada olmaz, olamaz ! kartal vuruşu, magnum vuruşu hep süperdir de bir türlü gerçeğe dönüştürülemez.

>> sokak kültürü'nde balkonda çay içen atletli kel ve şişman amcalar vardır. gürültü yapana kızar ve her sene yolları bir türlü yapmayan belediyeye küfreder.

>> sokak kültürü'nde sokağa kamyonla kömür geldiğinde ergenliğe doğru uygun adımlarla ilerleyen çocuklar güç gösterileri uğruna çoğu ailenin tuzağına düşer. kömürler kırılmaz, kırılsa taşınmaz. yine de gecenin sonundaki buz gibi kolaya değer.
alıntı ve hatta çalıntıdır

TAVUK FIRLATICISI




TÜYLER UÇUŞACAK!

Günün birinde, Internet'te, Federal Havacılık İdaresi'nin (FHİ) tüm yeni uçak motoru tasarımlarının geçmesini zorunlu kıldığı tuhaf bir test hakkında absürd bir öykü okuduğunuzu düşünün. Buna göre bir top aracılığıyla motorlara tavuklar fırlatılacaktır.

Böyle çılgınca bir Öykünün gerçek olmasının imkansız olduğunu bilseniz bile biraz araştırırsınız. Bu öykünün Internet üzerinde bir süredir dolaşmakta olduğu ortadadır. Sonunda hayal kırıklığı içinde araştırmaktan vazgeçer ve bu hikayenin palavra olduğuna kanaat getirirsiniz.

Ertesi akşam, televizyonun karşısına geçmiş zap yaparken, inanılmaz bir şekilde, bambaşka bir gerekçeyle, bir uçağın motoruna fırlatılan tavukları görüyorsunuz. Böyle bir şeyin gerçekten yapıldığını kanıtlayan bir görüntü kaydı.


Eh, hayat böyle tuhaf rastlantılarla dolu işte. Bu olay benim başıma geldi. Böylesine akıl almaz bir meselenin iki gün üst üste karşınıza çıkma olasılığı nedir ki?

Bu noktaya nasıl geldiğime dair girizgahı okuduktan sonra eminim ki Tavuk Fırlatıcısı işini merak ediyorsunuzdur.

Anlatmaya başlıyorum o halde...

Hiç yolda arabanızla giderken ön camınıza şanssız bir kuş tosladı mı?

Pat!

Ama arabalar uçaklara göre çok daha yavaştırlar. Mach l (yani ses hızı) ile giderken bir kuşa çarptığınızı düşünün. Hasar çok daha fazla olacaktır. Eğer uçağınızın tasarımında bazı sorunlar varsa ciddi bir zarar görebilirsiniz.

Burada bahsettiğimiz hiç de önemsiz bir konu değil. Amerikan Hava Kuvvetleri her yıl uçaklarına 2500 ile 3000 arasında kuş çarptığını tahmin ediyor. Bunun maddi karşılığı da yılda elli ile seksen milyon dolar arasında bir rakama tekabül ediyor. Kimi durumlarda bu kazalar can kaybıyla bile sonuçlanabiliyor. (Bu konuyla ilgili bazı okuyucularımın göndermiş olduğu kanlı fotoğrafları burada sizinle paylaşmamayı tercih ediyorum.)

Bu zararın önüne geçmenin bir yolunu bulmak gerektiği ortadaydı.

Tavuk Fırlatıcısı'nın ilk nasıl ortaya çıktığını kesin olarak tespit etmek mümkün değilse de, aletin ilk olarak 1970'lerin başlarında Vietnam Savaşı sırasında popüler olduğu anlaşılıyor. Hava Kuvvetleri'nin F-111 uçaklarının donanımı arazi-gözleme radarlarıydı ve bu yüzden yerden ancak birkaç yüz metre yükseklikte uçabiliyorlardı. Bunun nasıl bir soruna yol açtığını anlamışsınızdır. Alçak irtifada seyrediyorsanız, çok sayıda kuşa çarpıp ciddi hasar görmeniz kaçınılmazdır.

Vietnam Savaşı sırasında meydana gelen bu zararın sonucunda, dünya çapındaki sivil uçuşlar için de geçerli olmak üzere, uçak üreticileri tasarımlarının kuş darbelerine karşı dayanıklılığını kontrol etmeye başladılar.

Bir kuş darbesinin sebep olacağı hasarı tespit etmek için gerçek bir uçağa yüksek hızla gerçek bir kuş fırlatmaktan daha iyi bir yol olabilir mi?

Aslında test uçaklarına herhangi bir kuş fırlatabilirlerdi. Ördek veya hindi kullanabilirlerdi mesela. İnsanın aklına kuğu veya pembe flamingolar da geliyor ama bu birçok kişinin tepkisini çekerdi. Kabul edelim, iş en uygun kuşu seçmeye geldiğinde, ilk akla gelen değersiz tavuklar oldu. Çünkü tavuklar hem ucuz hem de boldu. Bu yüzden de kuş testi için idealdiler.

Hayvanlara nasıl eziyet edildiği hakkında bağırıp çağırmaya başlamadan önce, testlerde sadece ölü hayvanları kullandıklarını belirtmeme izin verin. Birilerinin sofrasına gidecek bu kuşlar önce Tavuk Fırlatıcısı için roket oluyorlardı.

Evet, bunlar kesinlikle kahraman tavuklardı. Sadece birilerinin karnını doyurmakla kalmayıp, aynı zamanda hayat kurtarıyorlardı. (Ne yazık ki kurtardıkları kendi hayatları değildi.)
Anlaşılan bu tavuk toplarının çoğu sıkıştırılmış hava ile çalışıyordu. Ne yazık ki, kuşlar topun içine ufak geldikleri için, sabot adı verilen (Fransızca'da 'ayakkabı' anlamına gelen bir kelime) bir kaba yerleştirilirlerdi. Silah ateşlendiğinde, sabot (genelde tahta, köpük veya fiberglastan yapılırdı) mekanik olarak serbest bırakılır ve kuş tehlikeli bir rokete dönüşürdü.

Ördek! Üstümüze geliyor!

Tavuk Fırlatıcısı'nı kullanmanın kesin kuralları vardı. Öncelikle, kuşun ya iki kilo (askeri testlerde) ya da dört kilo (FHİ testlerinde) ağırlığında olması gerekirdi. İkinci olarak, buzları çözülmüş veya taze olmalıydı, İnternet'teki bazı saçma hikayelerde anlatıldığı gibi donmuş değil. Üçüncü olarak, tüyleri yolunmuş olmamalıydı -mümkün olduğunca gerçekçilik sağlamak için.
Tavuklar sabota yerleştirilip büyük bir hızla toptan fırlatılırlardı. Bir tavuğu fırlatabilecek kadar büyük olan her araca havan topu denebilir bence. Farklı toplar farklı süratte fırlatırlardı ama hepsinin hızı saatte 225 ile 300 kilometre arasında olurdu. Saatte 900 kilometrenin üzerinde hızlara ulaşıldığına dair raporlar da var ama bu rakamları doğrulamak mümkün değil.


Tavuklar uçağın çeşitli bölgelerine fırlatılırdı. Hedefler de çoğunlukla ön camlar, kırılgan kanat parçalan ve motorlar olurdu.

Motorlar için yapılan denemelere insan kendi gözüyle görmeden inanamıyor. Tüm yeni motorlar FHİ belgesi almak için bu 'tavuk testini' (ve daha birçok testi) geçmek zorundaydılar. Tavuk pervaneye çarptığı an un ufak olurdu. Parçalanan tüyler ve vücut parçaları her yöne dağılırdı. Kulağa ne kadar iğrenç geldiğini biliyorum ama türbin bıçağının aynı şeyi yapıp birçok insanın hayatını sona erdirmesinden iyidir.

Bir daha tatil için tropikal bir cennete gitmek üzere uçağa bindiğinizde(bize demiyor heralde dfdf), sizlerin can güvenliği için kendi hayatını feda etmiş olan o kahraman tavuklara teşekkür etmeyi unutmayın.

Einstein'in Buzdolabı-Steve Silverman'ın kitabından alıntıdır.

PİRAMİTLERİN ENERJİSİ




1900'lü yıllarda birçok kişinin, Büyük Piramit'in kimler tarafından ve ne zaman inşa edildiği konularını irdelediği sırada,Andre Bovis isimli bir Fransız araştırmacı çok ilginç bir şey keşifetti. Piramit'in içindeki odalardan birinde bulunan ölü hayvan ve artıklarının normalden çok farklı bir görüntüye sahip olduklarını farketti...

Piramit'in içindeki bir şey sanki bu hayvanların çürümesini geciktirmiş gibi görünüyordu.Fransa'ya döner dönmez Büyük Piramit'in boyutları ile orantılı küçük bir kopyasını inşa ettirdi ve ne olacağını görmek için içine bir et parçası koydu. Aradan günler geçmesine rağmen piramidin dışında tuttuğu et çürüyüp kokuşmasına karşın piramidin içindeki etin suyunun çekildiğini ve sanki mumyalanmışcasına çürüme eğilimi göstermediğini ve hiçbir kokuşmanın ette olmadığını gördü.

Böylelikle Piramidal yapının içinde bir enerjinin ortaya çıktığını ilk keşfeden kişi olarak Andre Bovis tarihe geçmiş oldu. 1930lu yıllarda bu keşfini açıkladığında kendisinin metafizik araştırmalara ilgisinden dolayı zamanın bilimsel çevreleri bunu pek ciddiye almamışlardı.

1940'lı yılllarda Çekoslovakya'da Kari Drbal isimli bir başka araştırmacı piramidin traş bıçağını bileylediğini keşfetti.Ancak bunu bilimsel çevrelere onaylatması tam on yılını aldı.

Ne var ki, piramitlerin bu özelliği ile Batı dünyası pek fazla ilgilenmedi. Batı dünyasının ve özellikle de ABD'nin bu konuya olan ilgisi, SSCB'de yapılan Parapsikolojik araştırmalarla
ilgili geniş bilgilere yer veren Shelia Ostrander ve Lynn Schroeder'in yayınladığı "Sovyet Rusya'da Fantastik Parapsişik Araştırmalar" isimli kitaptan sonra başlamıştır.

Batı dünyası Doğu Bloğu'nun Parapsikoloji ile bu denli yakından ve yoğun olarak ilgilendiğini ilk kez öğrenmiş oluyordu.Shelia Ostrander ve Lynn Schroeder'in yayınladığı kitapta Çekoslovakya'da Piramitler'in enerji odaklama özellikleriyle ilgili yapılan çok sayıda pratik çalışma da tüm ayrıntılarıyla dile getirilmişti.

Bu yazarlar ABD'de piramitlerle ilgili yoğun bir merak uyandırdılar. O günden bu güne kadar ABD'de pekçok araştırmalar yapıldı. Ancak bunların çok az kısım yayınlandı. Bu konuyla ilgili yapılan yayınların tamamına yakını Avrupa ülkelerine aittir.

Piramitlerin odakladığı enerjilerle ilgili günümüze kadar yapılan araştırmalarda elde edilen sonuçları maddeler halinde sıralayacak olursak şunları söyleyebiliriz:

-Bıçak ve Jiletleri biler.
-Etin çürümesini engeller.
-Musluk suyuna kaynak suyu tadı verir.
-Tütün,çay ve kahveyi tatlılaştırır.
-Bitkilerin büyümesini ve tohumların filizlenmesini hızlandırır.
-Besinleri korur, bakterilerin üremesini engeller.
-Su yosunlarının büyümesini geciktirir.
-Pilleri şarj eder.
-TV ve radyo yayınlarının daha iyi alınmasını sağlar.
-Şuuru dinçleştirir ve meditasyon çalışmalarında gevşeme haline geçişi kolaylaştırır.
-İyileşme sürecini kısaltır. Acıyı hafifletir.
-Cinsel gücü arttırır. (lsteği değil.)
-Yorgunluk ve bitkinlik hissini çok kısa bir sürede ortadan kaldırır, canlılık verir.
-Uyku üzerinde de çok pozitif etkileri vardır. Daha az bir süre uyuyarak daha fazla enerji elde etmemizi sağlar.
-Parapsişik yeteneklerin gelişmesine ve su üstüne; çıkmasına yardımcı olur.

Söz konusu etkilerin en yoğun hissedildiği bölge, piramidin üst tepe noktasından tabanma doğru uzatılan doğrunun 1/3'lük birimindedir. Bu da yaklaşık olarak Kral Odası'nın bulunduğu yere denk gelmektedir.

Evinde piramitlerin bu etkileriyle ilgili deney yapmak isteyenlere son bir hatırlatmada bulunmak istiyorum.Kendiniz tahtadan, taştan hatta kartondan bile piramit yapabilirsiniz. Oransal boyutlarının Büyük Piramit'le tıpa tıp aynı olmasına gerek yoktur.Dikkat etmeniz gereken tek şey: Piramidinizin dış yüzeylerinden birinin mutlaka Manyetik Kuzey yönüne çevrilmiş olmasıdır. Manyetik Kuzey'le Coğrafik Kuzey'in kısmen farklılık gösterdiğini unutmayınız. Manyetik Kuzeyi bir pusula yardımıyla belirleyebilirsiniz.

Antik Mısır Sırları-Ergun Candan 'ın kitabından alıntıdır.

CEHENNEMDE BİR MEVSİM

Aldanmıyorsam bir zamanlar hayatım,önüne
bütün gönüllerin açıldığı, yoluna bütün şarapların
döküldüğü bir şölendi.
Bir akşamdı dizimi oturttum Güzelliği-Terslik
edecek oldu-İler tutar yerini bırakmadım ben de.
Bayrak açtım adalete karşı.
Aldım başımı kaçtım. Ey büyücüler, size ey
bahtsızlık, ey nefret, hazinem size emanet.
Azmettim, söndürdüm içerimde insan ümidi adına
ne varsa. Bir yırtıcı hayvan amansızlığıyla atıldım
üzerlerine boğayım diye cümle sevinci.
Cellatlara seslendim, ısırayım diye ölürken
mavzerlerin kabzalarını. Seslendim salgınlara,
boğsunlar istedim, kan içinde, kum içinde beni.Tanrı
bildim musibeti. Gırtlağıma kadar battım çamurlara.
Cürümün ayazında kurundum. Hop oturup hop
kaldırdım çılgınlığı.
Bana baharın getirdiği iğrenç bir budala kahkahasıydı.
Derken az önce işte, bir de baktım ki kıkırdamak
üzereyim; aklıma eski şölenin anahtarlarını aramak
geldi, dedim belki de yeniden heveslenirim.
Hayırmış meğer o anahtarın adı-Anlaşıldı ben bir
düşteymişim.
"Sen canavar kalacaksın..." falan filan... atıp
tutmaya başladı başıma bu şirin hasırları ören şeytan
Ölümüne sürsün cümle iştahın, bencilliğin, cümle
bağışlanmaz günahın."

Ah, canıma yetti arttı-Kuzum şeytan, ne olur daha
bir öfkesiz bakıver de benden yana ufak tefek, yolda
kalmış alçaklıklar vara dursun, sen ki yazarda tasvir,
öğreticilik vergilerinin yokluğuna vurgunsun, senin için
kopardım lanetli gün defterimden bu uğursuz yaprakları.

Arthur Rimbaud(şiir yazmaya 16 yaşında başlamış,paul verlaine'in sevgilisi eşcinsel şair)

Litost



Litost, başka dillere çevrilmesi olanaksız Çekçe bir sözcüktür.Adamakıllı açılmış bir akordeon gibi sonsuz bir duyguyu, başka bir çok duyguların bileşimi olan bir duyguyu anlatır:

-hüzün, acıma, pişmanlık ve özlem.

Sözcüğün ilk hecesi, terkedilmiş bir köpeğin sızlanmasını duyuracak biçimde uzun ve güçlü bir biçimde vurgulanır.
Bununla birlikte, bazı hallerde, Litost sözcüğü, tam tersine, çok sınırlı, özel, belirli ve ince bir anlam taşır, bir bıçağın keskin yanı gibi. Bu sözcük olmadan insan ruhunun anlaşılabileceğini düşünmekte güçlük çekmeme karşın, bu anlamda da bu sözcüğün öbür dillerdeki benzerini boşuna arıyorum.

Bir örnek vereceğim.: Öğrenci, bir kız arkadaşıyla ırmakta yüzmektedir. Genç kız sporcudur, öbürüyse çok kötü yüzmektedir. Suyun altında soluk almayı bilmemekte, ağır ağır yüzmekte, başını sinirli bir biçimde suyun yüzünde havaya kaldırmaktadır. Genç kız oğlana fena halde âşıktır ve bu yüzden onun gibi ağır ağır yüzecek inceliği göstermektedir. Ancak, yüzmeleri sona ermek üzereyken, bir an sporcu içgüdüsüne boyun eğer ve hızlı kulaçlarla ırmağm öbür kıyısına doğru yönelir. Öğrenci daha hızlı yüzmek için çaba harcar ama su yutar. Kendisini küçük düşmüş, fizik güçsüzlüğü çırılçıplak ortaya konmuş hisseder ve bir hınç duyar. İşte bu çok özel hüznü litost'tan başka bir sözcükle anlatmak olanaksızdır. Hiç spor yapmadan, arkadaşsız ve annesinin gereğinden fazla şefkatli bakışları altında geçen hastalıklı çocukluğunu anımsar ve kendisinden de, yaşamından da umutsuzluk duyar.'Sonra, birlikte bir kır yolundan dönerler, ama konuşmazlar. Oğlan kendisini yaralanmış ve aşağılanmış hisseder ve karşı konmaz bir döğüşme isteği duyar. Ne oluyor sana? diye sorar kız, oğlan da ona sitem eder: ırmağın öteki kıyısında akıntı olduğunu pekâlâ bilmektedir, bu yüzden orada yüzmemesini,boğulma tehlikesi olduğunu söylemiştir ve kızın yüzüne bir tokat atar-, genç kız ağlamaya başlar, oğlan kızın yanaklarından akan yaşlan görünce ona karşı yüreğinde büyük bir acıma duyar, onu kollarının arasına alır ve litost'u. birden dağılıp gider.

Ya da öğrencinin çocukluğundaki bir başka olay: ana-babası ona keman dersi aldırmaktadırlar. Pek yeteneği yoktur bu konuda, çalıştırıcısı arada çalışmayı keser ve onu yanlışlarından ötürü sert, dayanılmaz, soğuk bir sesle azarlar. Kendisini ezilmiş hisseder, içinden ağlamak geçer. Ama, daha doğru ve yanlışsız çalmaya çalışacağı yerde, bu kez, bile bile yanlış çalmaya başlar, çalıştırıcının sesi gitgide daha dayanılmaz, daha dert bir tını kazanır, öğrenci de içindeki acılığa, litost'una. daha çok gömülür.

O halde nedir litost?

Litost, içimizdeki zavallılığın birden ortaya çıkmasından doğan bir acılı durumdur.


Kendi iç zavallılığımıza karşı kullanılan en alışılmış reçete, aşktır. Çünkü gerçekten sevilen bir kişi zavallı olamaz. Çünkü bütün zayıflıkları, aşkın sihirli bakışıyla bağışlanır, böylece kafasını suyun üstünde beceriksizce tutan bir kötü yüzücü kusursuz bir baştançıkarıcı olabilir.

Aşkın mutlaklığı, gerçekte, mutlaklığın tanımlanması isteğidir, sevilen kadının bizim, kadar ağır yüzmesi, kendine ait bir geçmişin olmaması, yani mutluluk duyarak anımsayacağı kendine özgü bir geçmişinin olmaması arzusuclur. Ama, bu mutlak tanım düşü bir kez kırıldı mı l genç kız hızla yüzmeye başladı ya da geçmişini mutluluk duyarak anımsamaya çalıştı mı) aşk sürekli bir büyük acı kaynağı olur ki,biz buna litost diyoruz.

İnsanoğlunun genel olarak kusursuz olmadığı konusunda derin bir deneyim sahibi olduğunda bu tür aşırılıklardan görece olarak kurtulunabilir. Öz zavallılığımızın görüntüsü bize sıradan ve ilgi çekici olmayan bir şey gibi gelir. Dolayısıyla litost,. bir deneyimsizlik çağının çizgisidir. Gençliğe özgü bir süstür.Litost, iki zamanlı bir motor gibi çalışır. Bir kaygıduygusunun yerini öcalma isteği alır. Öcalrnanın amacı, karşısındakinin de aynı biçimde kendi zavallılığını ortaya koymasıdır. Adam yüzmeyi bilmez, ama tokatlanan kadın ağlar. Böylece kendilerini eşit hissedebilirler ve aşklarını yürütebilirler.

Öcalmanın gerçek nedeni, hiçbir zaman açıklanamayacağından (öğrenci, kıza, kendisinden hızlı yüzdüğü için tokat attığını itiraf edemez) yalancı nedenler ileri sürmek gerekir. Yani Litost, hiçbir zaman, acıklı bir ikiyüzlülükten vazgeçemez: genç adam, sevgilisi boğulma tehlikesiyle karşılaştığı için korkudan deliye döndüğünü; çocuk, insanın dişlerini kamaştıracak biçimde kemanı yanlış çalışının nedeni olarak iyileştirilmesi olanaksız bir yeteneksizliği olduğunu ileri sürer.

Milan Kundera-Gülüşün ve Unutuşun Kitabı'ndan alıntı

*Bi ara fırsatım olursa bu kitabın e-kitap haline dönüştürülmüş versiyonunu siteye ekleyeceğim.harika bi kitap.nette bulmak mümkün ama not defterine yazılmış ve çok karışık,okunamayacak halde,ben okurken düzenlemeye başlamıştım fakat,lanet office programlarımın süresi bitmiş,office orjinal cdsine sahip bi arkadaş edinene kadar beklemek zorundayız,ziraa kullanamıyorum programı ve kalan kısmı düzenlemem mümkün değil.

buğdayın türküsü

Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerle.



~Pablo Neruda

yuh sana -Dani Güiza - ekmeğimizi yedin,sütümüzü içtin...




Guiza'dan şok sözler! (Alıntıdır)

Kanal D Haber

İstanbul'u Arabistan gibi anlattı: ‘Kadınlar çarşaflı geziyor’

İspanyol basınına İstanbul’da yaşadıklarını anlatan Güiza “Ben buraya futbol ve para kazanmak için geldim” dedi F.BAHÇE’NİN sezon başında transfer ettiği ve büyük ses getirdiği Dani Güiza İspanya Milli Takımı’nda bulunurken ülkesinde yayınlanan Diario de Jevez Gazetesi’ne konuştu. Sarı-lacivertli forma altında ilk maçlarında gol atamadığı için tutuk görülen İspanyol golcü, Türkiye’de yaşadıklarını anlatırken İstanbul’da en fazla dikkatini çeken konunun sokakta kadınların çarşaflı olarak dolaşmasını gösterdi. Kurtköy’de Aziz Yıldırım’ın yaptırdığı Milenyum Sitesi’nde oturan Güiza “Türkiye, mantıken, zaten İspanyol kültüründen çok farklı. İyi ya da kötü diyemem ama farklı. Dikkatimi çeken en büyük şey ise kadınların sokakta baştan aşağıya örtünerek dolaşmaları. Yani çarşafın altında ne olduğunu anlamanız için hayâl etmeniz gerekiyor. Ama ben buraya futbol oynamaya ve çok para kazanmaya geldim. Lüks içinde yaşıyorum. Türk yemeklerini de çok seviyorum” dedi.

ekmeğimizi yedin,sütümüzü içtin,söylediklerine bak Guiza.Kör müsün göre göre yanlızca çarşaflı bikaç tipi mi gördün,anlata anlata bunları mı anlattın.bi adam yabancı bi ülkeye giderde,ülkesine dönünce bu kadar aptalca şeyler mi anlatır ,puh sana be,Seni adam sanıp ülkeye alanda suç,kaybol gözümüz görmesin sapık herif,laflara bak çarşafın altını hayal etmesi gerekmiş bu da onu çok yormuş vah vah. Zaten vasatsın futbolunda iş yok bide geldiğin ülkeye b*k atıyorsun.yuh sana Guiza.

Massive Attack




Trip Hop / Elektronica / Down Tempo tarzında müzik yapan grup 1987’de kuruldu. «Any Love» isimli ilk single 1988’de pisasaya sürüldü. Massive Attack birçok ünlü isimle ortak çalışmalarda bulunmuş, birçok remix yapmış ve birçok film için soundtrack hazırlamıştır.
Massive Attack, Miles Johnson ve Nellee Hooper’ın da yer aldığı THE WILD BUNCH gubunun sona erdirilmesiyle ortaya çıkmıştır. The Wild Bunch 1980’lerin başından beri varlığını sürdürmekte olan epey nam salmış dj gurubuydu ve as’ları Daddy G. ve Mushroom’du. Bu iki isim 3D’yi de alarak Massive Attack’i kurdular… Ardından Tricky gruba dahil oldu.
Massive Attack şanda sadece bir kişiden oluşmakta 3D (Robet del Naja). 3D artık yoluna tek başına devam etmekte. Ve 3D has kurucu olduğu Massive Attack itibarının haklı, aynı zamanda tek sahibi.

Daha elektronik müzik filizlenmemişken, Massive Attack; trip hop’ı gümüş tepsiyle sundu. Müzik severler müzik adına yapılabilecek herşeyin yapıldığını düşünürken Massive Attack’in «Blue Lines» albümü çıka geldi… Electronic tınılar içermesine rağmen bunun adını koyamadık, ve anladıkki bu Massive Attack tarzıydı. Bunu hiç değiştirmediler, bunun için Massive Attack denince «Çok farklı hep aynı» dedik.

Politik ve gündemi takip eden duruşlarını müzikleriyle harmanlayan Massive Attack; sürekli konuk sanatçılarla çalışmalarını sürdürerek kolektif anlayışlarının altını çizmiştir. Yaptıkları hiçbir albüm itibarlarını zedelemedi. Hatta, onları hep bir adım daha öteye taşıdı. Müzikal zıtlıkları olan tınıları ve etkilendikleri her şeyi mükemmel bir ölçüyle sunabilme özellikleri onları yepyeni bir türün yaratıcısı yaptı. (trip hop)!… Dub groove’ları, funky parçaları, hip hop esansları ve ilginç sample’larıyla Massive Attack’in müziği, kişiyi farklı bir yoldan seyehate çıkaran, karanlık ve sinematik bir nitelik taşır. Bu özelliği yüzünden olsa gerek; kendisinden sonra gelen Portishead, Sneaker Pimps, Beth Orton ve hatta Tricky gibi trip hop denince akla gelen isimlere kaynak olmuştur.

Elektronik müziğin bir bütün olarak temel ilham kaynağını oluşturan modern şehirler ve onların hayalet ruhları, kültür kalabalıkların karakterlerini yansıttıkları mükemmel bir kompozisyon olarak görülebilir. Mimarisi, iklimi, bitki örtüsü, din, dil ve alışkanlıkları, bu portredeki notalardan sadece belli başlıları. Şehirler, Massive Attack’e de en büyük ilhamı veren şeylerin başında geliyor. Spesifik olarak da memleketleri Bristol tabii. Her şehrin kendine ait bir karakteri olduğu gibi, kendine ait bir sesi var. Ve Bristol Sound’u denen şeyin bayrağını taşıyan da Massive Attack’tir. Bu karakterli olma durumu müzik dünyası içinde çok saygı gören bir özellik. Massive Attack de müzikal anlamda ne kadar değişir ve ne kadar farklı yerlere kök salarsa salsın, kendi karakterinden asla ödün vermiyor. Çünkü her ne kadar trip hop denen şeyi icat ettiyse de, artık onları anlatırken bu gibi sınıflandırmalarla cebelleşmek zorunda değiliz. Sadece Massive Attack demek yeterli. Çünkü trip hop’ın tanımında Massive Attack var ve bu tarz Massive Attack tarzıdır.

9 Eylül 2008 Salı

kısa kısa..



*Gözünüze ilişmiştir artık blogta kendi halet-i ruhiyeme göre o sıralar en çok dinlediğim şarkıları eklediğim bi bölüm oluşturdum. Bunlar yeri gelir adamın *mına koyan şarkılar olur, yeri gelir cam çerçeve indirten şarkılar, yeri gelir müzikal orgazm yaşatan, yeri gelir hophop zıplatan şarkılar olabilir. Dedik ya kendi halet-i ruhiyemize göre. Zira çok dengesiz bi yapımız var.

*Leviathan' ın geri dönmesi ile sağ üstteki playlist güncellendi. Artık her p.tesi sabah 6 buçukta güncellenicek.

*Blog hakkında güzel yorumlar almaya devam ediyoruz; Cigarette_burns> Sitenin altındaki kadın götü güzelmiş, başkada bi ske benzemiyo zaten