29 Haziran 2009 Pazartesi

montla sıç



la

so where the bloody hell are you?















düş - üş


Kusursuz Dünya

Kayıp ruhların tanrısı, tanrılar içinde kaybolup gitmiş olan sen, duy sesimi:
Bizleri, deli ve gezgin ruhları gözeten aziz kader, duy sesimi:
Kusursuz bir soyun ortasında duruyorum, en kusurlu olan ben, ki eksiğim çoktur.
Bir insanlık karmaşası, yolunu şaşırmış nesneler bulutu olan ben, sonlanmış dünyalar arasında gezer dururum - kusursuz insanlar arasında, ki yasaları sağlam, aşayiş berkemaldir. ki onların düşünceleri münasip, rüyaları muntazamdır. hayalleri defterde kayıtlıdır. Onların erdemi, ey Tanrı, ölçülüdür, biçilidir. Erdeme veya günaha uğramayıp da alacakaranlıkta dolanan sayısız şeyin bile defterde kaydı tutulur, saklanır. burada, günler ve geceler mevsimlere ayrılır ve şaşmaz kesinlikle yönetilir.
Yemenin, içmenin, uykunun, örtünmenin ve daha sonra tasalanmanın, hepsinin bir zamanı vardır. çalışmak, oynamak, meşk'etmek, raks'etmek ve sonra uzanmak, bunların da zamanı bellidir. filancayı düşünmek, falancayı derinden hissetmek, sonra düşünmeyi, hissetmeyi kesmek, bunların da zamanı ayrıdır. filanca yıldızın falanca ufukta yükselmesinden anlaşılır. komşular güler yüzle aldatılır. zerafetle hediyeler bahşedilir.övgüde ve sövgüde ihtiyatlı olunur; tek bir kelime bile yeter ruhu yıkmaya, bedeni tutuşturup kül etmek için bir nefes yeter. günün sonunda, bütün işler yapılıp bitirilince, eller güzelce yıkanır.sevmek, önceden kurulmuş bir düzene uyar. hoşça vakit geçirmenin usulü bellidir. tanrılara tapınmanın usulü vardır, iblislerin tuzağı maharetle savuşturulur. sonra bunların hepsi unutulur gider, bellek bütünüyle saf dışı kalmış gibi. hoşlanmanın gerekçesi olmalıdır, ince elenip sık dokunur. mutluluk tatlı tatlı yudumlanır, acılara asaletle katlanılır. sonra bardak boşaltılır, ertesi günün getirecekleri yeniden doldurabilsin diye.
bütün bu şeyler, ey Tanrı, basiretle yoğrulur, kararlılıkla doğrulur, selametle büyütülür, yasalar marifetiyle düzenlenir, akıl ile yönlendirilir, sonra da - yine önceden belirlenmiş usule göre - katl' ve defnedilir. bunların insan ruhu içindeki sessiz kabirleri bile, işaretli, numaralıdır.
burası kusursuz bir dünyadır, tastamam mükemmel bir dünya. aşkın mucizelerle dolu bir dünya, tanrının bahçesindeki en olgun meyve, kainatın temeli.

fakat, benim burda ne işim var ey Tanrı? emeline varamamış tutkunun yemyeşil tohumu olan ben, ne batıya ne doğuya koşmayan deli fırtına, yanmış kül olmuş bir gezegenin şaşkın parçası olan ben? duy sesimi, ey kayıp ruhların tanrısı, tanrılar içinde kaybolup gitmiş olan sen! cevap ver:
neden buradayım?!

Halil Cibran ( khalil gibran)

Bir düş müydü?

Onu delice sevmiştim!

İnsan neden sever? İnsan neden sever? Ne tuhaf insanın dünyada sadece tek varlığı görmesi, zihninde sadece tek bir düşünce, kalbinde tek bir tutku ve dudaklarında tek bir isim olması. Sürekli olarak üste çıkan, bir pınardaki su gibi ruhun derinliklerinden dudaklara yükselen bir isim, insanın durmadan tekrarladığı, aralıksız, her yerde, bir dua gibi fısıldadığı bir isim.

Size hikayemizi anlatacağım, çünkü sevdanın her zaman aynı olan bir hikayesi vardır. Onunla karşılaştım ve onun yumuşaklığıyla, okşamalarıyla, kollarının arasında, onun sözleriyle yaşamaya başladım; ondan gelen her şeyle öylesine sarılıp sarmalanmış, bağlanmış ve soğnulmuştum ki artık yaşlı dünyamızda gece mi gündüz mü olduğuna, ya da canlı veya ölü olup olmadığıma aldırmıyordum.

Sonra öldü. Nasıl mı? Bilmiyorum; artık hiçbir şey bilmiyorum. Ama bir akşam eve sırılsıklam geldi, çünkü şiddetli bir yağmur yağıyordu ve ertesi gün öksürmeye başladı, bir hafta sonra yatağa düştü. Ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum, ama doktorlar geldi; yazdılar ve gittiler. İlaçlar alındı ve bir takım kadınlar bunları ona içirdi. Elleri ateşliydi, alnı yanıyordu, gözleri parlak ve üzgündü. Onunla konuştuğumda bana yanıt verdi, ama ne dediğini hatırlamıyorum. Her şeyi unuttum, her şeyi, her şeyi! Öldü o, öldü ve ben onun ince, zayıf iç çekişini çok iyi hatırlıyorum. Hemşire; “Ah! dedi ve anladım, anladım.

Artık hiçbir şey bilmiyordum, hiçbir şey. “Eşiniz mi?” diyen bir papaz gördüm ve bana sanki onu aşağılıyormuş gibi geldi. Öldüğü için artık hiç kimsenin bunu söylemeye hakkı yoktu ve papazı geri çevirdim. Çok nazik ve şefkatli bir başkası geldi ve benimle onun hakkında konuştuğunda gözyaşlarına boğuldum.

Cenaze hakkında bana danıştılar, ama dediklerinin hiçbirini hatırlamıyorum, tabutu ve onu tabutun içine çivilerlerken çekicin sesini anımsadığım halde.

Gömüldü! Gömüldü! O! O bir çukura! Birileri geldi… kadın arkadaşlar. Bir bahane uydurup kaçtım. Koştum, sokaklarda yürüdüm, eve gittim ve ertesi gün bir yolculuğa çıktım.

Dün Paris’e döndüm ve odamı yeniden gördüğümde –odamızı, yatağımızı, mobilyalarımızı, ölümden sonra bir insanın yaşamından geriye kalan ne varsa her şeyi- öylesine vahşi bir keder saldırısına uğradım ki, pencereyi açıp kendimi sokağa fırlatasım geldi. Bu eşyalar arasında, onu içine almış ve korumuş olan, fark edilemez çatlaklar arasında onun, derisinin ve nefesinin binlerce atomunu bulunduran duvarlar arasında daha fazla duramazdım. Dışarı çıkmak için şapkamı aldım ve tam kapıya yaklaşırken, her gün dışarı çıkarken kendine baştan aşağı bakabilmek, ufak çizmelerinden bonesine kadar, tuvaletinin iyi görünüp görünmediğini, yerinde ve güzel olup olmadığını görmek için oraya koyduğu büyük aynanın önünden geçtim.

O kadar sık yansıdığı aynanın hemen önünde durdum … o kadar sık, o kadar sık ki, onun yansıması içine işlemiş olmalıydı. Gözlerim onu tamamen içeren ve onu benim kadar, benim tutkulu bakışlarım kadar sahiplenen aynaya –o düz, derin, boş cama- takılmış halde, titreyerek duruyordu. Sanki o aynaya aşık gibi hissettim kendimi. Dokundum, soğuktu. Ah, hatıralar! Keder verici ayna, yanan ayna… insanların böyle işkence çekmesine neden olduğu için korkunç ayna! Ne mutlu kalbi içindeki her şeyi unutan, ondan önce geçen her şeyi, orada kendine bakmış veya muhabbetinde, sevdasında yansımış her şeyi unutmuş olan kişiye. Nasıl da acı çekiyorum!

Bunu bilmeden, bunu istemeden çıktım ve mezarlığa gittim. Onun sade mezarını buldum, üzerinde şu sözler yazılı beyaz bir mermer haç:

Sevdi, sevildi ve öldü.

Orada, aşağıda, çürümüş! Ne korkunç! Alnımı toprağa yaslayıp ağladım ve orada uzun bir süre durdum, uzun bir süre. Sonra havanın karardığını gördüm ve tuhaf, delice bir istek, ümitsiz bir aşığın isteği kavradı beni. Geceyi, son geceyi, mezarının üzerinde ağlayarak geçirmek istedim. Ama görülür ve çıkartılırdım. Nasıl ayarlayacaktım? Kurnazlaştım ve o ölüler kentinde dolaşmaya başladım. Yürüdüm de yürüdüm. Ne kadar da küçük bu kent, diğeriyle, içinde yaşadığımız şehirle karşılaştırıldığında. Yine de ölüler sayıca yaşayanlardan ne kadar fazla. Aynı zamanda gün ışığını gören, pınarlardan su ve bağlardan şarap içen, ovalardan ekmek yiyen dört kuşak için yüksek evlere, geniş caddelere ve daha fazla yere ihtiyacımız var.

Ama ölülerin bütün kuşakları için, bize kadar inmiş olan o insanlık merdiveni için, neredeyse hiçbir şeye gerek yok, neredeyse hiçbir şeye! Toprak onları alır ve unutuluş onları yok eder. Elveda!

Aniden mezarlığın sonunda, en eski kısmında uzun zamandır ölü olanların toprakla karıştığı, haçların kendilerinin çürümüş olduğu, muhtemelen yarın yeni gelenlerin konacağı kısımda olduğumu anladım. Bakımsız güller, güçlü ve siyah selvilerle doluydu. İnsan etiyle beslenen, umutsuz ve güzel bir bahçe.

Yalnızdım, yapayalnız. Böylece yeşil bir ağacın altına çömeldim ve kendimi kalın ve koyu renkli dalların arasında tamamen gizledim. Gemisi batmış birinin bir kalasa tutunması gibi, bir ağaç gövdesine sarılarak bekledim.

Hava bir hayli karardığında sığınağımı terk ettim ve o ölü insanlarla dolu toprakta yumuşak, yavaş ve sessizce yürüdüm. Uzun bir süre etrafta dolandım, ama onun mezarını yeniden bulamadım. Kollarımı uzatıp, ellerim, ayaklarım, dizlerim, göğsüm ve hatta başımla mezarlara çarparak, onunkini bulamadan ilerledim. Yolunu arayan kör bir adam gibi el yordamıyla yürüdüm; taşlara, haçlara, demir çitlere, madeni çelenklere ve solmuş çiçek demetlerine dokundum! İsimleri, parmaklarımı harflerin üzerinde gezdirerek okudum. Ne gece! Ne gece! Onu yeniden bulamıyordum.

Ay yoktu. Ne gece! İki mezar arasındaki o dar yollarda dehşet verici şekilde ürkmüştüm. Mezarlar! Mezarlar! Mezarlar! Sadece mezarlar! Sağımda, solumda, önümde, çevremde, her yerde mezar vardı. Birinin üzerine oturdum, çünkü daha fazla yürüyemeyecektim; dizlerime öylesine güçsüzdü. Kalbimin atışını duyabiliyordum… ve başka bir şey daha duydum. Ne? Şaşırtıcı, isimsiz bir ses. Zifiri gecede mi, yoksa giz dolu toprakta, insan cesetleriyle tohumlanmış toprakta mıydı? Etrafıma bakındım, ama orada ne kadar kaldığımı söyleyemem; dehşet, soğuk ve korkuyla donup kalmıştım, bağırmaya hazır, ölmeye hazır bir şekilde.

Üzerinde oturduğum mermer parçası kıpırdıyormuş gibi geldi bana. Kesinlikle kıpırdıyordu, yukarı kaldırılıyordu sanki. Yandaki mezarın üzerine sıçradım ve gördüm, evet, kesinlikle daha demin terk ettiğim taşın yukarı kalktığını gördüm. Sonra ölü ortaya çıktı, çıplak bir iskelet, eğik sırtıyla taşı yukarı itiyordu. Hava zifiri karanlık olduğu halde onu oldukça net gördüm. Hacın üzerinde şöyle yazıyordu;

Burada elli bir yaşında ölen Jacques Olivant yatmaktadır. Ailesini severdi, nazik ve saygıdeğerdi ve Tanrı’nın lütfuyla öldü.

Ölü adam da mezar taşına yazılmış olanları okudu; sonra yoldan bir taş aldı, küçük, sivri bir taş ve harfleri dikkatle kazımaya başladı. Bunları yavaşça yok etti ve gözlerindeki boşluklarla kazınmış oldukları yere baktı. Sonra, bir zamanlar işaret parmağı olan kemiğin ucuyla, oğlanların fosforlu bir kibritin ucuyla duvarlara çizdikleri satırlar gibi parlayan harflerle şunları yazdı;

Burada elli bir yaşında ölen Jacques Olivant istirahat etmektedir. Zalimliğiyle babasının ölümünü çabuklaştırdı, çünkü mirasına konmak istiyordu, karısına işkence etti, çocuklarına acı çektirdi, komşularını aldattı, soyabildiği herkesi soydu ve sefil bir şekilde öldü.

Ölü adam yazmayı bitirince, yaptıklarına bakarak kıpırdamadan durdu. Arkama dönünce bütün mezarların açılmış, içlerinden ölü bedenlerin çıkmış olduğunu ve hepsinin mezar taşlarına akrabaları tarafından yazılmış satırları yok ederek, bunların yerine gerçekleri yazdığını gördüm. Hepsinin komşularına acı çektiren, kötü niyetli, namussuz, iki yüzlü, yalancı, çapkın, belalı, kıskanç insanlar olduklarını, çalmış, dolandırmış, her türlü onur kırıcı, her türlü iğrenç hareketi yapmış olduklarını gördüm. O iyi babaların, o sadık eşlerin, o fedakar oğulların,o iffetli kızların, o dürüst tüccarların, ulaşılamaz denilen o erkek ve kadınların hepsi aynı anda, ebedi ikametgahlarının sınırında, yaşarken herkesin haberdar olduğu veya habersizmiş gibi gözüktüğü gerçeği, korkunç ve kutsal gerçeği yazıyorlardı.

Onun da mezar taşına bir şeyler yazmış olması gerektiğini düşündüm; artık hiç korku duymadan, yarı açık tabutlar arasında, cesetler ve iskeletler arasında koşarak, hemen bulacağımdan emin şekilde, ona doğru gittim. Hemen tanıdım onu, sarılmış kumaşla kaplı yüzünü görmeden de; ve kısa bir süre önce;

Sevdi, sevildi ve öldü

kelimelerini okuduğum mezar taşında, şimdi şunları gördüm;

sevgilisini aldatmak için bir gün yağmurda dışarı çıktığında üşüttü ve öldü.

Görünüşe göre beni, sabahleyin, mezarın üzerinde baygın yatarken bulmuşlar.

Guy de Maupassant

27 Haziran 2009 Cumartesi

Pire

Bak şimdi şu pireye; bak da gör işte,
Benden esirgediğin ne denli küçük bir şey.
Benim kanımı emmiş, sıra gelmiş seninkine;
İki kan karışmış bile şu anda bu pirede.
Sence de, ne günah sayılır bu, ne ayıp, değil mi;
Ne de kızlığın elden gitti yani şimdi?
Oysa şu pire, kur falan yapmadan alıyor alacağını,
Şişiyor işte zevkten, birleştirirken iki kanı.
Yazık ki, biz beceremedik bir türlü şu kadarını.

Ah yapma, kıyma üç cana birden bir pirede;
Evlenme bir yana, daha da öte geçtik biz o pirenin bedeninde.
Bu gördüğün pire hem sensin şimdi, hem benim,
Hem de zifaf yatağımız, nikâh mabedimiz bizim.
Ailelerimiz, ve sen, karşı çıksanız da, buluşmuşuz,
Bu kapkara canlı duvarlar arasına kapanmışız.
Âdettendir diye beni öldürmek isteyebilirsin ama,
Hiç değilse kendinin katili olma,
Üç cinayetle üç günahın vebalini alma.

Yaptın yapacağını zalim, lafı ağzıma tıkadın;
Zavallının kanıyla tırnağını kızıla boyadın.
Senden bir damla kan emmiş olmaktan öte,
Suçu var mı şu pirenin şimdi, söyle?
Ama, haklı çıkmanın gururu okunuyor yüzünde;
Diyorsun ki, ne sende halsizlik var, ne bende.
Çok doğru; korkuların ne kadar boşmuş anlamışsındır herhalde!
İşte, şu pirenin ölümü senin canından ne götürdüyse,
Kaybedeceğin onur da o kadar, bana "Evet," demekle.

John Donne

***muhteşem ötesi. tuttum bu şiiri.