5 Eylül 2009 Cumartesi


ben biraz yalnızlığım birazcık da aldırmazlık
avuç dolu şikayetim
ben istemeni istediğim şeyim, hissetmeni istediğim şeyim
ama, sanki ne yaparsam yapayım
seni, bunun doğruluğuna inandıramıyorum
bu yüzdem salıverdim, seni izleyerek
her zaman yaptığın gibi arkanı dön
yüzünü kaçır ve ben yokmuşum gibi davran
ama burada olacağım çünkü bende olanı istiyorsun

2 Eylül 2009 Çarşamba

gidiş geliş

O giderken ne yapacağınızı bilirsiniz… Kara gün dostlarınızı arar, yaşamınızı alkol buğulu geyiklere gömer, on bin kitap, yüz bin film izlemeye çalışırsınız… Öğrenciyseniz, okulun en kazık dersine, durduk yere niye kafayı takıp,nasıl tek vuruşta o dersi haklayabildiğinize kimse –kendiniz dahil- hiçbir anlam yükleyemez… Deli gibi halı sahada top koşturanlar, çeşitli kurslara yazılanlar, kibritten ev, şişe içinde gemi, marangozluk yapanlar, balık tutmaya kalkışanlar bile olur… Bu unutmaya çalışmanın hüzünlü bir deliliğidir… Onunla birlikte kendinizi de unutmaya çalışırsınız aslında… Kendinize ”Yaşam devam ediyor,geçip gidecek.“ dersiniz… Unutur musunuz peki?Bu zamanla ilgili bir şeydir… Parmağına çekiç vurmuş bir insanın, elini deli gibi sallayıp zıplaması, söz konusu acıyı asla geçirmez…Gittiğini boş verelim şimdilik… Ben geleceği günü anımsıyorum… Asıl çekici o gün vurdum parmağıma… Duvara yağlı boya resim asmaya kalkıştım. Resmi severdi… Onu etkilemek istiyordum… Olduğumdan başka görünmek istemiyordum… Ama gerçekten, odam benden izleri asla taşımazdı… Kitaplarımı, kasetlerimi boş karton kutulara yığar, bir tek benim bilebileceğim yerlere koyardım… Onların dışında çek yat, televizyon, masa falan işte…En baba kitaplarımı bulup ortalığa serpiştirdim… Çalmam gerekir diye bağlamalarımı,gitarımı akord edip,çekiç vurduğum parmağı 45 dakika kadar emdim, duvara astığım resme tükürdüm sonra… Acayip canım yanıyordu… Buzdolabının buzluğundan bir parça et çıkarıp parmağıma bağladım… Zonklaması biraz azalmıştı…Aslında başlangıçta iyi niyetliydim… Sadece odam benden izler taşısın istiyordum… Sonra annemlerin oturma odasındaki hayvani müzik setini kendi odama nasıl soktuğumu, Fıratlara telefon edip evlerindeki mor, lila ve fuşya renkli köşe yastıklarını niye ödünç istediğimi bilmiyorum… O gün çıkıp beş saat Gitanes sigarası aradıktan sonra, kendime Zippo çakmak almam da bir muammadır…Aniden geldi… Elini sıkıp onu öperken, avcuna, az önce parmağıma sardığım et parçasını bırakmışım… Gözünden yaş gelinceye kadar güldü… Ama zaten her şey komikti… O oda benim değildi,o herif ben değildim… Allahtan manyak mavi gözleri epey derine bakardı,onca şeyin arasında beni de gördü…O ilk gelişinden sonraki gidişinde, ardından, oturduğu yerlere oturdum… Kamera gibi bakmaya çalıştım… Yastıkları görmüş müydü, müzik setinin yeri iyi miydi? O inanılmaz zarifliğiyle attığı adımlardan attım, durduğu yerlerde durdum, onun gibi bakabildiğimi sanarak baktım, durdum…Bunlar işte… Her geliş gidişte bir seri anlamsız hareketi tekrarlarsınız…Unuturken, sinemaya gidersiniz, öyküler okursunuz, gülersiniz, gözleriniz dolar… “Gerçekten başından geçti mi? “ diye sorarsınız öykücülere, oysa ”Anlatılan sizin hikayenizdir” hep…Birileri avcunuza kalbini bırakır [ eline vermek diye buna denir işte..], derin mavi bakmayı bilmiyorsanız, göremezsiniz…

[--] * benim eklemem

orjin: atilla atalay

ebekulak

Orda duruyor.. Nasıl olsa göz göze gelicez… Ama ilk hareket ondan gelmeli,bekliycem.. Kahretsin, yine çok güzel, çok.. Aklıma tüküreyim nasıl da terkediştik Yasemin’le… Okulun kantinindeydik galiba, “sen” dedi, “Hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya aşık olursun” … “Sana ne kızım gönlümün kahyası mısın” gibisinden laflar geveledim… “Köpek gibi geri dönersin ama” dedi.. O lafı demeseydi, hemen ertesi gün dönerdim belki.. Ne o, ne de ben dönmedik ve üç yıl sular seller gibi geçip gitti…

Olanca güzelliğiyle orda oturuyor… Beni gördüğünü biliyorum… Yanına gidip “merhaba” desem çok büyük bir taviz sayılmaz herhalde.. Yanındayım… İlk darbeyi “şişmanlamışsın” diyerek indirdim… Karşı saldırı anında geldi, beni öldüren gülümseyişiyle “senin de saçlar gidiyo galiba” dedi… Arada boşluk bırakmadan “Gamzeni naaptın?” diye sordum. “Yanağında gamzen vardı, aldırttın galiba… Ya da fondötenlerin altında kalmış, gözükmüyor”.. Kıvılcımlar saçarak; “Hayatımda suratıma fondöten sürmedim ben” dedi. Güzel, sinirlendi.. Yumuşatmalıyım.. “O zaman gül bakalım, gamzen yerinde mi görelim” …Hemencecik güldü… Yavru kedi mi yuttum, içimi ne tırmalıyor? Niye kalbim küt küt atıyor ki? Bir gülüşte böyle olursam, sonrası napar beni… “Sahilde yürüyelim mi, banklara otururuz” dedi… İşte zafer! Belli ki o yavru kediden Yasemin de yutmuş… Yürüyoruz… Saatine baktı “İki saat sonra Özkan işten çıkar” dedi… Özkan ha.. Demek Özkan… Kasten ismini yanlış söyleyerek, “Ne iş yapıyo bu Öztan?” dedim.. “Reklamcı” diye yanıtladı… “Ben tanıyo muyum bu Özcan’ı”… Durdu, kızdı ama belli etmiyor… “”Tanımazsın, Özkan Boğaziçi’nden” .. Demek Özkan Boğaziçi’nden … İyi..Aferin Özkan’a .. Bravo yani… Eşşooleşşek Özkan.. İbibik.. Badem… Bakışlarımdan düşüncelerimi okumasın diye denizi seyrediyorum… “Senin Minö napıyo?” diye sordu… “Minö” ne demek be kızım… Benim taktiğimi kullanıyor… Ben ısrarla “ipimde diil” muamelesi çekerek herifin adını yanlış söyledim ya… O da benimkinin adını tahrif ediyor… Mine yerine Minö.. Pes yani.. Bari Emine falan de be kızım… Yuh yani… Feci dalga geçti kaltak benle… “Gitti,Amerika’da” dedim…

Çay bahçesindeyiz… O da ne? Yasemin’le şarkımız çalıyor… “Arap saçı” … Ha ha ha… Şimdi bittin işte kızım … Hele bi şarkının “orası” gelsin… “gönlüm söz dinlemiyor, sevdiğimi ver diyor,kim görse şu halimi bir daha sevme diyor…ah aşk yüzünden arap saçına döndüm,çöz beni arap saçı, çivi çiviyi söker, budur bunun ilacı…”

Peki bana nooluyo lan? Şarkıyı dinlememek için içimden “Gün doğdu hep uyandık, siperlere dayandık” marşını tekrar ediyorum… O da kafasını çantasına daldırıp “bişeyler arıyormuş” rolü kesiyor…

Şarkı yüzünden iki tarafta da zaiyat yok… Bravo, direncine hayranım bu kızın… “Gitmeliyim” dedi… Giiit.. “Kal” mı diycem sanıyosun… “İyi” dedim… “Sen bilirsin” …Git,git…Özkan bekliyodur…Yürrü… Son bıçağı sapladım: “Kilo vermeye çalış.. Özton’a benden selam”…

Usulca kalkıp masadan uzaklaştı… Ardından bakıyomuş gibi olmamak için, masa örtüsündeki kırmızı kareleri saymaya karar verdim…Bir.. Beş,..On… Allahım… Ebekulak… Beykoz’da dolaşırken… Tam dört yıl önce yerde bulup ona vermiştim… Kocaman bir salyangoz kabuğu… “Bizim köyde bunlara ebekulak derler… Yağmurdan sonra çimenlerin üstünde bür sürü olur.. Çocuklar avucuna alıp şarkı söyler… Al , senin olsun, beni hatırlarsın”… Şimdi o ebekulak iki kırmızı karenin arasında öylece duruyor… Şarkı sırasında çantasını karıştırıyordu… O zaman koymuş olmalı… Silah olarak ebekulak çekeceğini hesaba katmamıştım…

İçimdeki yavru kedi debelendi… Diyememeklerle geçen ömrüme bir de “Yasemiiiiinnn” sözcüğü eklendi… Yüz kırmızı kare… Bin kırmızı kare…

atilla atalay

1 Eylül 2009 Salı

Bilir misiniz, üniversiteyi bitirdiğimiz zaman, hepimiz nasıl saçlı sakallı koca man bebeklerdik. Bilemezsiniz. Anlatınca olmaz. Yaşamak diye bir problem yoktu bizim için. Böyle bir problem çözmedi asistanlar tatbikatlarda. Sonunda hepimizi kurtlar kaptı tabii. İnsan taklidi yap tığımız için, kurtlar bizi adam sandı..."

Oğuz Atay- Tutunamayanlar.

seslerim

gözlerini gözlerime dikmiş… kaçırıyorum, yine buluyor… “sen, sen bana dokunuyorsun” dedi… “yüreğimde bir yerleri acıtıyorsun, ama anlatılmaz güzellikte bir şey.”tanrım, bir şey olsa… aygaz kamyonu filan geçse … aniden ceviz iriliğinde dolu yağmaya başlasa… bu romantik ortamın içine etse… ne oldu bu kıza, neler söylüyor…

“iyi ki varsın… iyi ki… neye benziyo biliyor musun? eskiden kaldığım yurtta camlar, içerisi dışarıdan gözükmesin diye beyaz yağlıboyayla boyanmıştı.. o boya tabakasındaki küçücük bir delikten bakınca dışarıyı görüyordum ben… hele baharda, öyle güzel gözüküyordu ki… işte seninle olmak, o bembeyaz ya da siyah şeyin ortasında küçücük bahara bakan deliği bulmak gibi.”işi şamataya boğmalıyım, yoksa fena olucak… bu havada hayatta dolu yağmaz… aygaz kamyonu filan geçiceği de yok… kız resmen yerli film replikleri atıyor… hayır, ben ters adamım, inanıveririm, dökülürüm, aşık olurum, betonlara çakılırım, asıl benim canım yanar… yerli film… evet… yerli film… ordan sıçmalı muhabbete…en ayhan ışık sesimi kullanarak, hınzır bir ifadeyle, ona belgin doruk muamelesi çektim… misilleme olarak yeşilçam öykülerinin değişmez repliğini attım…“bırak bu lafları, kaç para istiyosun onu söyle… onbin, yirmibin?..”esprime güldü.. güzel.. ardı arkasına zincirler, konuyu dağıtırım… gülmesi bitince, “bu da senin numaran” dedi… “zırhın delinsin istemiyorsun… hesapta hiçbir şeyi ciddiye almıyorsun… aslında, sana göre hayat o kadar ciddi ve acıklı ki… böyle bir numaraya gerek yok… koyver gitsin kendini.” gözlerime anne anne bakıyor… “güzel olduğunuz kadar küstahsınız da bayan” dedim, ayhan ışık sesimle…dedim, ama mümkün değil… saatlerce bana inanılmaz sevgi sözcükleri sıraladı…ben ise ona yerli filmlerin değişmez repliklerinden attım durdum… sırasıyla necdet tosun, sami hazinses, cilalı ibo, turist ömer, ediz hun… hatta bir ara ayağa kalkıp “ayy-gaaz” diye bile bağırdım…sözünü ettiği yağlıboyadaki küçük delikten zırhımı açmasına asla izin vermedim… yıkılmadım, yavşamadım, kendimi asla açmadım… erkeklik gururuma değmesindi yağlıboya…“korkacak bir şey yok” dedi… “ben sana ne yapabilirim ki?”“çok şey” dedim… “çok şey” derken kendi sesimi kullandığımı fark ettim. hemen kendimi toparlayıp ediz hun, ayhan ışık, figüran osman, erdal inönü sesleriyle ayrı ayrı üç kez “çok şey” demeye çalıştım… ama üçünde de kendi sesim çıktı…sonra… sonra, yine yerli filmlerdeki gibi takvim yaprakları uçuştu… ben onu hiç aramadım… bir gün aklıma fena düştü, aradım… aslında aramadım… telefon açtım.o, “alo… alo” dedi, ben sustum… aniden, “susarken bile ayhan ışık taklidi yapıyorsun” dedi… anlamıştı… aslında belki de tek sorun, gerçekten anlamasıydı…“ne fena diil mi?” diye sürdürdü… “insan hep çok sevilsin diye uğraşır… sevilince de ödü patlar…” sustum… “belki de sen haklısın, o zırh ne kadar kalın olursa, o kadar iyi… artık arama, olur mu?” dedi. “ve sakın üzülme… o öyle nalet bir zırh ki; sen bile içerden delemezsin.”yine sessizlik… derken, belgin doruk gibi son cümlesini söyledi… “hesapta kendini koruyordun ama yine acı çekiyorsun… boşver… ne diyorlardı… gençsin, unutursun.”genç miydim, unutur muydum?.. telefonu kapadım… sokağın köşesinden, yırtınarak bir aygaz kamyonu geçip gitti…"

atilla atalay

Öpücük Balığı

İşe telefon açıp, “gelirken buğday al” dedi. “Naapıcan buğdayı kızım” diye sormadım...Söylemezdi ki. Dünyanın en sevimli delisiydi. O öyle biriydi işte. Küçücük giz dolu oyunlar başlatırdı. 'Ne buğdayı, naapıcak acaba, nereden alıcam ben şimdi...' Merak etmeye başladığım anda kendimi çoktan oyunun içinde bulurdum...

Evet, oyun başlamıştı. Savaş’a “buğday almam lazım, nerde satılır” diye sordum.
-haa?
-buğday
-eee, nolucak buğday?
-hiç... tavuk buldum da bi' tane...buğday veriyim diyorum...
-sittir lan...

Ciddi miyim diye gözlerime baktı. Ben de çok ciddi baktım.

-Gültepe’de bir civcivci var ama...buğday satar mı bilmem. Daha çok suni yem olur onlarda.
-Yok, suni yem olmaz, buğday lazım. Yumurtanın sarısı doğal renginde olmuyo o suni şeylerle. Pis bi' rengi oluyo. En iyisi buğday.
-Ha bi' de yumurtluyo.Harbi tavuk yani, ciddi bi' tavuk kimliğine sahip. Bi' ara ben de besledim.Spenç tavuğu diyorlar. Tam yumurta tavuğuydu. Bazıları et tavuğu oluyor ya, pek yumurtlamaz onlar.Bak ne diycem, esas darı sever hayvan. Çift sarı çıkarır. Darı al sen ona.

Oyun böyle bir şeydi işte... O başlatırdı... hayatınıza aniden buğday, darı, tavuk, yumurta ve size “yedi kafayı” diye bakan bir sürü insan girerdi... komik, sürükleyen ama paylaşılan giz nedeniyle bir o kadar da heyecanlı bir oyun...Büroda durduk yere başlattığım tavuk geyiğine daha fazla dayanamadığımdan, buğday bulmak üzere çıktım.'Buğday...noolcak acaba...kuruyemişçilerde var mıdır?

-Keşkeklik mi, aşureye falan mı katçaanız?
-Ne?
-Buğday sormadın mı?
-Ha evet, olabilir...
-Sonunu dün sattım. Yok.

Hıyar kuruyemişçi! Lan madem yok, niye aşure mi keşkek mi car car ediyorsun. Sana ne.Bu millet de bi' tuhaf ha. Buğday var mı, var. ya da yok. Bitti, bu kadar. Sana ne ne olacağından.Az kaldı özel hayatıma giriyordu herif. Hem bir tarım ülkesinde buğday bulmak bu kadar zor mu olur kardeşim. Sinirleniyorum ama.Hani lan bu ülke bir tahıl ambarıydı. Adam başı buğday olması lazım.Kendi kendime gülüyorum... biliyorum, o da gülecek... gülücez...Öpücem sonra...Sonra, sonra...noolcaksa o buğdaylar...Mısırçarşısı’na gidiyorum, oradaki baharatçılarda kesin vardır. Bu arada, kendimi gerçekten tavuk gibi hissetmeye başladım.Buğday arayan acıkmış bir tavuk... bık bık bık. bıdaaak... Aslında içimde garip bir mutluluk var.Her şeyi birden unutup bir avuç buğday için İstanbul’u dolaşıyor olmak içten içe hoşuma gidiyor.Onu bu yüzden seviyorum galiba. Bana da sıçrayan bir tılsımı var. Her şey bombok giderken, nooluyosa bir şey oluyor...Onun yarattığı illüzyona dalıp oyun oynuyorum... çocukmuşuz biz...O, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken afacan bi' kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi' velet...Dünyanın zillerini çalıp, vınnn kaçıyoruz.Şimdi ne kadar alıcam ki ben buğdaydan... bir kilo yeter mi acaba? Evde tarım yapıcak değil ya, yeter herhalde...Anlarmış gibi buğdayları karıştırırken yakaladım kendimi, iyisini seçicem sanki. Neyse, aldık işte...Bir kilo buğdayımız oldu. Yanında bir tane de ufak rakı.Manyağım lan ben. Bariz manyağım...

“Geldi mi buğday” diye sordu. Gözleri ışık ışık... meraktan çatlıyorum ama, belli etmeden “ıhı” diye torbayı uzattım.Cadı! Aldı torbayı masanın üstüne koydu. Ne olacak şimdi bu buğday? sormayacağım ama.. ”naaptın” dedi... elinin körü...Saatlerdir buğday arıyoruz herhalde... “toprak mahsülleri ofisine gittim canım. taban fiyattan destekleme alımı yaptım...” Gülüyor.Her şey o gülsün diye zaten... Bence onun kadar güzel gülebilen yoktur. Ama bu gerçek yani. Çok gülen insan gördüm ben. İşim gereği. Hakkaten bakın, ben bu konuda otorite sayılırım. Ben sizinle geyik çevirirken o kayboldu.Birazdan, elinde bembeyaz bir güvercin “bak şimdi “dedi; “bu senin dilek güvercinin...ona avucundan buğday yedireceksin, sonra gagasından öpeceksin ve bir dilek tutup gökyüzüne bırakacaksın.”Dedim ya, tılsımı var onun. Aniden güvercin de çıkarır, tutup yaşamınızı bi saniyede masala çevirir...Bitmesin istersiniz... “bitmesin” diye dilek tutup güvercini gagasından öptüm.Balkona çıktık sonra. Pıt pıt kanat sesi... pıt pıt iki çocuğun yüreği... balkona yıldız tozları mı yağdı? çok mu güldük...Peki çok gülmek iyi midir gerçekten... ağlar mı sonra insan... babaannem deli fadime’nin dediği gibi “dünyanın düz murâdı yok” mu..“Çok muhabbet tez ayrılık“mı peki... noolur “öyle diilmiş” olsun. noolur bitmesin... pıt pıt... yüreğim... gece... yemin ederim, yıldız tozu yağıyor...Ertesi sabah kadriye oldu. Espiri olsun diye bahar temizliğine girişti. Kadriye... Onun masal kahramanlarından biri. Söylediğim gibi, yaşam bir oyun onun için. Gerçekle dalga geçer hep, sevmez sanki... İlk kadriye olduğunda yeni tanışmıştık. Yine işe telefon edip yufka ve çökelek istemişti. Buğday gibi değil, onları daha kolay buldum ve eve gittim. Kapıyı çaldığımda yeri siliyordu. “ayağını çıkar kocacım” dedi, “yeni sildim”. Çok güldüm. Yufkayla çökelekten “yanmaz tavada sana böreği” yaptı, yedik. Sonra eline bir tığ alıp dantel örüyormuş gibi yapmaya başladı. “delirdi” diye baktım. Saçlarına bigudi tuttururken “naapıyosun yaa” diye sordum. “nooluyo kızım”... garfield gibi gözlerime baktı. “Yarın eltimgil gelecek” dedi. Sonra güldü. Nasıl güldüğünü biliyorsunuz. O gün bana “annesi gibi” olmuştu. Ya da benim annem gibi. Oynuyordu. Başka bir şey. Herkesin “gerçek” diye bildiği şey, onun için sonuna kadar sahte ve saçmaydı. Komikti ama, ürkütücüydü. Yani hep oynanamazdı ki... Eninde sonunda hayat “bööle bişeydi” işte. Yoksa değil miydi...

O, kadriye olup “çekirdek aileyle” dalga geçmeye başlayınca ben de rolümü aldım.“fehmi” diye bir herif oluyordum. Çizgili pijamamı ayağıma geçirdiğim gibi biraları içip televizyon karşısında pıt pıt zapping yapıyordum.Gülüyorduk sonra. Kadriye ve fehmi çekirdek rolünden çıkıp biz oluyorduk. pıt pıt, iki çocuk yüreği...Onun masal kahramanları bir tane değildi ki... bazen müge ile furkan olurduk. Aslında onlar bizim arkadaşımızdı.Ama o, onların ilişkisini sahte ve anlamsız bulurdu. “kola alır gibi işte, birbirlerini ve herşeyi tüketiyorlar.”Müge olduğu zaman “eskeyp’e gidelim mi, trafo’ya zıplayalım mı diye sorardı. Ama asla gitmezdik. Onun dünyasından çıkamazdım.Ben çıkmak ister miydim peki? O zamanlar bu soruyu kendime hiç sormadım.O, “dışarıdakiler”i öyle iyi biliyor ve anlatıyordu ki, ara sıra “dışarı kaçtığımda” bile onunla oyun oynuyormuşuz, o bana “gerçeğin masalını anlatıyormuş” gibi olurdum...Ha bir de, en önemlisi “öpücük balığı” vardı... onun en yalın ve samimi hali.“Ben öpücük balığıymışım” deyip yanağıma bin tane masum öpücük konduruyor, dakikalarca pıt pıt pıt öpüyordu.öpücük balığı, öpücük balığı, pıt pıt pıt...Masallar biter mi, biter işte.Arasına reklam girecektir, güzellik maskesi takılacaktır, savaş vardır, birileri öldürülecektir,birini kör bırakacaksınızdır, birinin yüreğini söküp atacaksınızdır... zehirlenecek denizler, ağlatılacak çocuklar...işiniz vardır yani, öyle önemli, öyle vazgeçilmezdir ki...

Bir gün bana “gitme” dedi... ama hep öyle derdi... “yelkovan dokuzun üstüne gelinceye dek"... bu şarkıdan iki şarkı sonra...Hiçbir keresinde bırakmazdı beni. İyi, tamam, oynadık, bitti. Dönüşte yine oynarız... dinlemezdi.”Bak şimdi bu çerez tabağını dökücez; leblebiler saatmiş, üzümler dakika, fındıklar günmüş ama... sayalım, o kadar sonra git.”Pazarlık ederdim. “fındık gün diilmiş, leblebi saat... ona tamam.” “peki” derdi.Sonra aniden nereden bulduğunu bilmediğim tek şamfıstığını çıkarıp “peki bu yılmış, yıl olsun“ derdi.“yüzyılmış tamam mı, ölüm gelinceye kadarmış...”Üzümleri, leblebileri falan sayardık sonra. Tek şamfıstık, o yüzyıldı... o ölümün geldiği zamandı. Onu pek tartışmazdık.Onu açar, yarısını yer, yarısını bana yedirirdi. Sonra, sonra o öpücük balığı ve ayrılık...“ben gidiyim” dedim... sesi boğuktu... ”gitme” dedi... ama söyledim. hep öyle derdi. giderdim sonra.döndüğümde oradaydı, bilirdim. yine “gitme” derdi...“gitme” dedi... gözlerinde yaş tomurcukları, birazdan duracak dünyalar, sanki hepimiz ölücez. “bu kez gitme”...gitmesem olur sanki... “ama bunun sonu yok ki” dedim... “yok işte salak “dedi... ”hep sonunu istiyorsun".sonu, bittiği yer, tükendiğim zaman... yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman... bu kez gitme işte... gitme...”

Karşısında bir çocuk gibi duruyorum. İçimden bir çocuk o duvarı tırmanıp aşmaya çalışıyor ama olmuyor...Birileri yıllarca ördü o duvarı. Annem koydu bir tuğla, sonra babam...Dayım, öğretmenim, komutanım, patronum, radyom, televizyonum... gidicem ben, işim var işim...Çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem... hasan’a borcum var.tarık’la sözleştik, kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş... ilknur iş arıyo sonra... resmen iş istiyo işte, aramıştır...onun yeri ayrı ama ilknur da fena değil şimdi... işim var... işim...“gidiyim ben” dedim... bu kez gözleriyle “gitme” dedi... ben de ona “gözlerim sana mı kaldı” gibisinden baktım.

tek mi sana kısmet olacak sanıyorsun benim “çivileyen bakışlarım”...
işi var gözlerimin. kritik pozisyonlara bakıcam, topa konsantre olucam, top secret’ı izliycem, günlük kuru yakından takip edicem...ilknur’un kalçalarına bakıcam... mtv’nin klipleri, savaşlar, siyah-beyaz yerli filmler... işi var gözlerimin...Sonra yıldırımlar çaktı. Hiç susmadım.. “hayat masal mıydı yani?... dışarıda millet birbirinin gözünü oyarken, biz burada yanak yanağa.Noolcaktı yani... leblebiden saat olur mu... “vakit” denen nanenin ne demeye geldiğini herkes biliyor artık...İyi... pıt pıt pıt öpüşelim, sen beni seviyormuşsun, ben seni çok...ee, anangil “oturma odası takımını erkek tarafı alsın” dediğinde ne bok yiyecez peki? Öpücük balığını mı satacağız...”Nefes nefese sustum...“dışarıdakiler” dedi.. “dışarıdakiler, bunu beceremez işte. öpücük balığını kimse alıp satamaz...sen bile..."diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmez...”

Bir varmıştı, şimdi bir yokmuş...
Nevizade sokağı’ndayız, yol boyu meyhane...
Masanın altından ilknur’un elini tutuyorum...
Dördüncü kadehten sonra sayamaz oldum rakıları.Bir çingene, yanındaki masaya keman çalıp haykırıyor “dönülmeyyz akşamıyyn ufuğuğun daiiz, vakiyyt çook geyç artık...
”Elini darbukaya röntgen filmine her patlattığında gözümün önünde bi dudağı gökte bi dudağı yerde masal devleri görüyorum...gümm! dev... güm! lamba cini... güm! haramiler...Kocaman bir davulun üstünde küçük bir şey kırıntıları dökmüşler gibi, belki öpücük balığının yemleri onlar...Hani onun en yalın ve sevimli hali gibi... gümm!...Zıplıyor hepsi, gümm zıplıyor her şey...İlknur’un göğüsleri kliplerdeki gibi havalanıp zıplıyor.Uçuşup tekrar yerine düşüyor, tabaklar, yıldızlar, sigaram...Canım yanıyor...Sonra pıt pıt pıt...Darbukaya üç parmak darbesi vuruyor çingene.Masalların sonunda gökten teklifsizce düşen üç elma bunlar.Ben görüyorum, ilknur görmüyor, kimse görmüyor...

Müzik bitti... ilknur bir şeye gülüyor... masanın yanı başında, tuhaf, simsiyah gözlüklü, başı sımsıkı bağlı bir kadın var...O hep var nevizade sokağında.Elinde kocaman bir çerez kavanozu, sormadan, avucundaki çay bardağını kavanoza daldırıp, bardak dolusu kuruyemişi masamıza boşaltıyor.Cebimden para bulup kadına uzatıyorum. Aklımda zamanın en acı tadı...”peki kaç leblebi var bunun içinde teyze” diye soruyorum...Kadının suratını yıllar bıçaklamış, sesinde hırıl hırıl alaycı bir öfke; “manyak mısın sen koçum?” diyor...İlknur gülüyor, benim gözüme üç elma kaçtı, masalların kötü kalpli cadısı avucumdaki parayı yolarcasına kapıp yan masaya seğirtiyor...Az önce bir masal bitti, kimse bilmiyor...Öpücük balığı bir iskelede, güneş altında çırpınıyor...İlknur’un gözlerinin işi var, benim yüreğim kovulmayı çoktan hak etmiş, boşta gezer.Uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “bana masal anlat” diye ağlıyor...

Diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor...

atilla atalay

Balda ithalat yasağının getirilmesi isteniyor


Geçen yıl sonunda başlatılan bal ithalatının Türk arıcılık sektörüne ciddi zarar verdiğini ve yasaklanması gerektiğini anlatan Mersin Arıcılar Birliği Başkanı Hasan Çalıkoğlu, “Türk arıcısının balı her zaman Türk halkına yeter” diye konuştu. Çalıkoğlu, Çin ve İran’dan yapılan ithalatın ardından da yerli bala fiyatının çok altında bedel biçilmeye başlandığını söyledi. 1 teneke balın net 26 kilo geldiğini ve tüccarın 100 ile 130 TL arasında fiyat biçtiğini anlatan Çalıkoğlu, bu rakamın masrafları karşılayabilmesi için en az 200 TL olması gerektiğini vurguladı.

Arıcıların devletten iş ve aş beklemediğini dile getiren Çalıkoğlu, “Bu insanlar ekmeklerini dağdan kendileri toplayıp kazanıyor. Devletin de bu insanları destekleyip ithalatı yasaklaması gerekiyor” değerlendirmesini yaptı. Hükümetin birlikler ve Tarım İl Müdürlükleri kanalıyla Türkiye’de ne kadar bal üretildiğini ve tüketimin hangi boyutta olduğunu tespit edebildiğini anlatan Çalıkoğlu, arz ve talep arasında denge olduğunu görüp en kısa sürede gerekli düzenlemeyi yapması gerektiğini vurguladı. 9 bin kovan arının öldüğü Aydın’da da birliğe bağlı arıcıların bulunduğunu kaydeden Çalıkoğlu, 9 bin kovan arının en az 9 bin teneke bal anlamına geldiğini ve bu rakamın da sektör açısından iyi olmadığını söyledi. Arıların genellikle pamuk tarımı dönemlerinde devletin kontrolsüz ilaçlamaya izin vermesi nedeniyle ölebildiğini anlatan Çalıkoğlu, ancak bu kez sebebi henüz anlayamadıklarını ifade etti.

Mersin balı Merbal olarak tescilli

Dünyanın en kaliteli balının Mersin’de olduğunu iddia eden Hasan Çalıkoğlu, “Mersin’de birim alana düşen çiçek sayısı ve çeşidinin dünyanın her tarafından fazla olduğu bilimsel bir gerçek. Balın kalitesi çiçek çeşidiyle doğru orantılıysa dünyanın en kaliteli balı da Mersin’dedir. Ancak biz bunun reklamını yeterince yapamıyoruz” dedi. Laboratuar testlerinin çok masraflı olduğunu, bir balın laboratuardan geçmesinin yaklaşık 750 TL’ye mal olduğunu açıklayan Çalıkoğlu, birliğin bütçesinin buna yetmediğini söyledi. 2006′da ‘Merbal’ adı ile Mersin balının marka tescilini aldıklarını ifade eden Çalıkoğlu, “Bu yıl bir paketleme tesisi kuruyoruz. Yerini hazırladık. Makine alımları için şirketlerle görüşmelerimiz sürüyor. Mart ayında bu tesisin tamamlanarak Merbal markası ile ürünlerimizi piyasaya süreceğiz. Ancak ilk yıl çok bir verim beklemiyoruz. Deneme üretimleri yapacağız” ifadelerini kullandı.


Kaynak : Kobiden.com