16 Kasım 2008 Pazar

Hayallerini yak evi ısıt / seninle ölmeye bile hazırdım

Bu gece konuğumsun.
Karanlık, yırtıcı düşler ve küçük ölümlerle dolu bir ormandan geldin bana...
Perdenin aralığından sızan mahcup ay ışığı yorgun bedenini okşuyor...
Yanımda uyuyorsun. Kollarındaki, bacaklarındaki izleri, yaraları seyrediyorum.

Alımlı, uçumlu bedenine, diriliğine, büyülü gençliğine tutkuyla bağlı olduğun adamdan geliyorsun bana...
Dilsiz sevişmelerinden...
Onu başından beri hiç saklamadın benden.
Zaten ben yüzündeki solgunluktan, düş kırıklığından, gözlerinin sık sık boşluğa düşmesinden anlamıştım hemen.
Zaten yalanlarla yaşayamazsın sen...

Ama gerçeği anlayınca içimdeki resim darmadağın olmuştu bir anda. Resimdeki kırmızı ev yıkılmış, çiçekler ezilmiş, resimdeki bahçenin kapısı kırılmıştı...
Neden, demiştim sana, son bir umutla ve belki bir mucize olur, bana hiç beklemediğim bir gerekçe söylersin diye, tıpkı ölüm mahkumlarının son anda bir kurtuluş haberi beklemeleri gibi...
Gözlerime baktın. Evladını terk etmeye hazırlanan bir anne gibi baktın bana. Bir yalan aradın, buldun belki, ama söyleyemedin.
Yalanlarla yaşayamazsın sen...

İçimdeki resim tutuşmaya başlamıştı. Resimdeki küçük çelimsiz, siyah önlüklü çocuk ağlıyordu umutsuzca...
İçimdeki resim yanıyordu. Çocukluk sevinçleri, düşler inançlar yanıyordu. Resimdeki siyah önlüklü çocuk nereye kaçacağını bilmiyordu...
Yakana sarıldım ve neden? diye bağırdım seni sarsarak: Neden seviştin onunla? ..
Seni sarsmam, yakana sarılmam, sana bağırmam senden güçlü olduğum için değildi. Tam aksine uçuruma düşüyordum, elimi tutup, bırakmaman içindi...
Gözlerin yine bilinmeyen bir boşluğa takılmıştı. Bir süre sustun. Sonra konuştun. Sesin hayat kadar yabancıydı, hayat kadar acımasız, hayat kadar gerçekti...

İçimde tanıyamadığım bir başka kadın daha var, dedin. Ve o kadın onun çekiciliğine karşı koyamıyor... Öylesine büyülü bir yakışıklığı, öylesine küstah bir kendini beğenmişliği var ki kendime engel olamıyorum...

Bu gece konuğumsun...
Karanlık, yırtıcı düşler, küçük ölümlerle dolu bir ormandan geldin yanıma...
Perdenin aralığından sızan mahcup ay ışığı yorgun bedenini okşuyor...
Kollarındaki, bacaklarındaki yaraları, izleri seyrediyorum...

Yanımda, öylesine masum uyuyorsun ki... Bu masumiyetinin arkasında nelerin saklı olduğunu, içinde, sana da yabancı olan o kadını bilmeyi öyle çok isterdim ki...
Sahi, kimdi o kadın? Güçlü, yakışıklı, kıskanç, sahiplenen, hatta küstah, seni inciten, üzen ve kendini beğenmiş erkeklere bu denli çeken neydi onu... O kadını bu parçalanmışlığa sürükleyen kirli ve hastalıklı merak neydi? ..
İçindeki o bin yıllık ezilmişlik bu ezilmişliğin hastalıklı hazzı mıydı karşı koyamadığı...

Kişiliğini parçalayan, iradeni felce uğratan, gururunu tamamen teslim alan bu ruhsuz sevişmelere onu hangi derin eksiklik çağırıyordu...
Sahi, kimdi o içindeki senin bile tanıyamadığın kadın? ...
Bana çekiciliğine karşı koyamadığın bir başkasıyla seviştiğini söylediğin günden sonra haftalarca görüşmemiştik.
Aşkınla çok derinlere gömdüğümü sandığım güvensizliklerim, komplekslerim, korkularım gömüldükleri yerden hiç olmadıkları kadar güçlenmiş ve acımasız inatlarıyla ortaya çıkmışlardı yeniden...

Haklı olmanın, bir suçlu bulup yargılamanın rahatlığını hiç tatmamıştım ki...
Ortada bir yıkım, bir ihanet, bir suç varsa kimsede değil, hep kendimde arardım ben...
Günlerce seni değil, kendimi yargılayıp durmuştum.
Bedenimi aşağılamıştım acımasızca.

Neden ben de içindeki kadını büyüleyen o adam gibi yakışıklı, güçlü, gösterişli bir bedene sahip değildim? ...
Neden bağlandığın o genç adam gibi seni sınırlayıp sahiplenmiyor, üzüp incitmiyor, içindeki o bin yıllık ezilmişliği tahrik etmiyordum? ...
Neden benim de dudaklarımın kenarında kendini beğenmiş ve küstâh bir gülümseyiş yoktu onun gibi...
O görmüştü de, neden ben seninle onca yıl beraber olduğum halde içindeki sana yabancı olduğunu söylediğin kadını görmemiştim...
Saçma, rezil, karanlık düşüncelerdi, ama ne yazık ki gerçekti...

Ama en çok neyini kıskandım biliyor musun? Onun önünde elbiselerini çıkartıp soyunmanı, sevişirken adeta sayıklar gibi söylediğin ve bana dünyanın en masum sözleri gibi gelen o ayıp sözcükleri ona da söylüyor olmanı ve bir de onun yanında uykuya dalışını kıskandım...

Ama asıl acı olan bir gün ansızın seni kıskanmaktan vazgeçişimdi...
Bir gün ansızın öyle büyük bir yokluğa düşmüştüm ki, bu yoklukta her şeye olan inancımı yitirmiştim...

İnsan ancak birine inanıyorsa onu kıskanırdı... Sen yokken her sabah dünyaya gözlerimi açıp, etrafıma baktığımda, burası neresi, diyordum, kimim ben, kim bu insanlar, şimdi ben bu koca gün ne yapacağım? diye düşünüyordum. Sanki bu hayatla ilgili bildiğim her şeyi unutmuştum...

Ta ki sen bir gece vakti gözyaşlarıyla kapımı çalıncaya kadar...

Öylesine bağlılıkla, öylesine susamışlıkla sarılıyordun ki bana, sanki birden rollerimiz değişmişti, şimdi sen uçurumun kenarındaydın, seni tutması, koruması gereken annen bendim senin...
Sana, senin bana sarıldığın gibi sarılmasam senin resmin dağılacaktı... İçindeki kadın sana büyük bir tuzak hazırlamıştı. Bedenin, ezilmişliğin, karanlık önyargılarla koşullanmış güdülerin doyuyordu, ama ruhun öylesine susuz kalmış, kişiliğin öylesine parçalanmıştı ki...

Çünkü yakışıklı bedenine vurulduğun, dudağının kenarındaki o küstah ve kendini beğenmiş gülüşüne hayran olduğun genç adamla ruhunla, duygularınla ilgili konuşacak, paylaşacak hiçbir şeyin yoktu...

Bedeninin onu özlüyordu, ruhun beni...

İçindeki, o yabancın olan kadın, arzuladığında genç adama, onun iri, gösterişli bedenine, ipeksi, gergin kaslarına, bitip tükenmek bilmeyen cinsel enerjisine, seni küçümseyen, acıtan o küstah yakışıklılığına gidiyor, susuz kalan ruhun içinse bana geliyordun...

Peki, beni seninle birlikte olmaya iten neydi? Neden bırakıp gidemiyordum seni? .. Aşkta yasak olana, imkansızlığa, mutsuzluğa duyduğum merak mı çekiyordu şimdi seni bana...

Yoksa ne ondan, ne de benden vazgeçemediğin için yaşadığın acıya, parçalanmışlığa duyduğum merhamet için mi bırakamıyordum seni...
Artık benimle o bir zamanlar tutkuyla bağlandığım bedenini paylaşamıyordun.

Artık sevişmiyorduk seninle. En azından dürüsttük bu kadar kendimize ve bir başkasına...
Ama çıplak bedeninden çok daha mahrem ve sahici olan düşlerini, duygularını, acılarını paylaşıyordun benimle...

Çok küçükken, dayının sana yaptığı cinsel tacizi mesela. Bugüne dek kimselere anlatamamıştın bunu... Aramızda cinsellik olmayınca artık ben de seninle her şeyimi korusuzca konuşabiliyordum... Düşlerimi, annemi nasıl derin bir sevgiyle sevdiğimi, rüyalarımda onunla nasıl seviştiğimi, o büyük utancımı, karanlık iç dünyamı, doyumsuzluklarımı hasta, yaralı ruhumu... Aramızda cinsellik olmayınca artık üzerinde iktidar kurmayı asla düşünmüyor, seni denetlemiyor, seninle gizliden gizliye rekabet etmiyordum... Olmadığımız gibi görünmeye çalışmıyor, güvensizlikten kaynaklanan sahte üstünlük duygularımızı tatmin etmek için birbirimize kapris yapmıyorduk. Sıradanlığın o büyülü içtenliğini yakalamıştık...

Kendimizle, hayatla, her şeyle alay ediyorduk... Karanlık ormanından bana geldiğin bir geceydi, hiç unutmuyorum. Yatak odasına girecektim ki, içerden, çocuksu ve adeta mahcup bir sesle: Soyunuyorum, içeri gelme, demiştin... Önce, böyle deyişine çok şaşırmıştım. Sen benim yıllardır birlikte olduğum bir insandın. İlk anda mahcubiyetine bir anlam verememiştim. İçeri salona geçtim. Sonra bir sigara yakıp düşündüm... Düşündüm... Bu mahcubiyetin, soyunuyorum, içeri gelme deyişin, bana çok anlamlı geldi birden... İçim sevinçle, umutla doldu... Ve o an seninle her şeye yeniden başlamaya karar verdim... Buna hazırdım...

Seninle ölmeye bile hazırdım...

Soyunuyorum, içeri gelme, deyişin, bir kez daha aşık etmişti beni sana... İlk kez gibi... Ve bütün ilkler gibi sonsuz bir arzuyla...

Cezmi Ersöz

Hiç yorum yok: