30 Kasım 2008 Pazar

Repo! The Genetic Opera



Yapım :
2008, ABD
Tür :
Fantastik / Korku / Müzikal
Yönetmen :
Darren Lynn Bousman
Senaryo :
Darren Smith, Terrance Zdunich
Oyuncular :
Paul Sorvino, Paris Hilton, Bill Moseley, Anthony Head, Alexa Vega
Yapımcı :
Mark Burg, Oren Koules, Daniel J. Heffner
Görüntü Yönetmeni :
Joseph White
Müzik :
Darren Smith, Terrance Zdunich

Özet

Çok da uzak olmayan bir gelecekte, 2056 yılında, salgın bir hastalık yüzünden tüm dünyadaki insanlar organlarındaki bozukluklar nedeniyle perişandırlar. Bu trajik ortamda bir kurtarıcı gibi ortaya çıkan GeneCo adlı bio-teknoloji şirketi belli bir ücret karşılığında organ nakilleri yapar. Ancak ödemelerini aksatanlardan organları geri almak isteyen şirketin adamı “Repo Man” bu kişileri yakalamak için her an avcılık yapmaktadır. Ameliyat ve ağrı kesici ilaç bağımlılarının yaşadığı ve cinayetin yasalar tarafından da onaylandığı bir dünyada, genç bir kız da kendi ender hastalığının tedavisini ve ailesinin gizemli geçmişi hakkında bilgi bulmaya çalışmaktadır. GeneCo’nun avcılık yaptığı dünyada yapayalnız olan kızın aradığı yanıtlara ulaşabileceği tek yer, herkes tarafından çılgınca beklenen görkemli organizasyon “The Genetic Opera”dır.

film'den kısa bi kesit için
http://www.mtv.com/videos/movies/260472/paris-hiltons-character-amber-sweet-is-addicted-to-surgery.jhtml#id=1591429

***: filmde paris hilton oynuyormuş,ayrıca yönetmeni de testerenin yönetmeni,ilginç bi filme benziyor,paris de çok hard olmuş,mutlaka izliycem





Blazing Eternity



Grup 1993 yılında Danimarka’nın Kopenhag şehrinde Ancient Sadness adıyla kuruldu. İlk olarak Black Metal icra eden grup Tragedies isimli demolarını 1993 yılında yayınladı.

Peter T. Mesnickow, Morten Sauron Lybecker ve Lars Korsholm 1995 de grubun ismini Blazing Eternity’e çevirdiler ve tür değişikliği de beraberinde geldi. Grup artık daha melankolik bir sounda sahipti ve doom metal çalıyorlardı. 1995 ve 1998 yıllarında çıkardıkları demolarından sonra Prophecy Productions ile anlaşma imzaladılar ve ilk albümleri 2000 yılında Times And Unknown Waters adıyla yayınlandı.İlk çalışmalarında hala black senelerinin esintileri hissedilirken grup güzel bir doom çalışması ortaya koyuyordu. Özellikle güzel clean pasajlar yerinde kullanılan keyboardlar albümde göze çarpıyordu.

Asıl başarıyı grup 2003 yılında çıkardığı A World To Drown In ile gösterdi. Anathema ve Katatonia etkilerinin yanında grubun özgünlüğü ve müthiş besteciliği bu albümde açıkça görülüyordu. Bir önceki albümdeki brutal vokallerin yerine Mesnickow’un duygusal sesi yer alıyordu albümde. Grup şu an inaktif durumda. Web siteleri kapalı ama resmi bir dağılma haberi yayınlanmış değil. Zira Meschnikow kendi plak şirketini Euphonious Records olarak kurdu.

Ülke : Danimarka

Elemanlar : Peter T. Mesnickow - Vokal

Morten Sauron Lybecker - Gitar

Anders I. Kristiansen - Bas

Lars Korsholm - Davul
Yatağı Mısır'dan gelmiş kumaşlarla kaplıdır,
boynunda doğu'nun mücevherleri vardır,
dudakları ayrılmış,
ne güzel bir tuzaktır!
Dili kılıç gibi, kelimeleri yağ gibi kaygan,
güzel dudakları gül kırmızısı,
dünyanın en tatlı şeyleri kadar tatlı.

emil michel cioran


Emil Michel Cioran

'' Gözün görevi görmek değil, gözyaşı dökmektir.''

''İnsan türü ancak kendini mahvedene hayran olur.''

''tanrı-nın dahi kurtaramayacağı ruhlar vardır; dizlerinin üzerine de çökse, onlar için dua da etse.''

''-Sabahtan akşama kadar ne yapıyorsunuz?, - Kendime katlanıyorum, kendimizi öldürmeye değmez, çünkü bunu yapmakta her zaman çok geç kalınır.''

''Biz hepimiz, huzurun anahtarını yitirmiş, artık büyük acının sırlarından başka bir şeye varamayan öfkelileriz.''

Kaynak: Levi'nin notları

29 Kasım 2008 Cumartesi



The Kovenant, Norveçli müzik grubu.

"Covenant" adıyla piyasaya çıktı. Grubun yaptığı müzik türü ilk başta Black Metal 'dir ama grubun ismininde değişmesinden sonra yaptıkları müzik tarzındada bi değişiklik oldu. Grup şimdi endüstriyel black metal dediğimiz, grubun kendi tabiriyle space metal türünü yapıyor.

Grubun Covenant ismiyle iki (Times Before Light ve Nexus Polaris) albümleri vardır. Covenant, Dimmu Borgir'ın eski basscılığını yapan ve daha sonra da Carpe Tenebrum'un da vokalliğini yapan Nagash, Cradle Of Filth'den Blackheart ile beraber Covenant grubunu kurmasıyla oluştu. Davulları Mayhem'in efsane bateristi Hellhammer çalmıştır. İkinci albümleri Nexus Polaris ile baya bir popüler hale gelmişlerdi ki gerçekten çok melodik ve güzel bir albümdür.

Grup daha sonra aynı isimde başka bir grup olduğu için grubun adını The Kovenant olarak değiştirdi. The Kovenant adıyla çıkardıkları ilk albümleri Animatronic albümü mükemmel bi patlama yaptı albüm en iyi 100 metal albümü içinde yer aldı. Daha sonra grubun bateristi Hellhammer gruptan ayrılmıştır. Ayrılmadan önce Angel ikinci gitaristliğe getirilmiş ve Küth ve Brat adlı iki eleman gruba dahil olmuştur.

Space Metal türü artık iyice yaygın bi hale gelmiştir. Grubun en yakın takipcisi olarak Samael gösterilir ve hernekadar True Black Metal fanları tarafından nefret edilseler de The Kovenant grubu geniş bir dinleyici kitlesine sahiptir.

Albümleri

1994 From The Storm Of Shadows (Demo)
1997 In Times Before The Light [Covenant]
1998 Nexus Polaris [Covenant]
1999 Animatronic
2000 Nexus Polaris (tour edition)
2002 In Times Before The Light (re-make)
2003 S.E.T.I
2005 Aria Galactica

28 Kasım 2008 Cuma

SEX PISTOLS'IN CANLI YAYINDAKİ KÜFÜR ŞOVU


SEX PISTOLS

Müzik tarihinde tüm zamanların belki de en şok edici anına Sex Pistols gibi öncü bir grubun imza atmış olması gerekiyordu elbette. Sex Pistols'ın varoluşu zaten başlı başına bir sansasyondu aslında, bu sebeple yaptıkları tek bir şey değil pek çok şey müziğin gidişatını değiştirmiş ve alışılmış değerleri alt üst etmişti. Ama 1976'da meydana gelen bir olayın sadece müziği değil dünyayı da değiştirdiği söylenir hala. O yıllarda punk diye bir şeyin ortaya çıktığı ve kendilerine Sex Pistols diyen bir grup manyağın da söz konusu harekete öncülük ettiği biliniyordu ama henüz ortada dünyayı sarsacak türde bir sansasyon yoktu. Sex Pistols'ın menajerliğini üstlenen Malcolm McLaren ise umutluydu, eninde sonunda ses getireceklerdi. Ama galiba o bile yarattığı grubun hiçbir şeyi iplemeyecek kadar 'punk' olduğunun farkında değildi. İşte 1976'da Sex Pistols İngiliz tv'sinin hatrı sayılır şov programlarından biri olan Today Show'a konuk oldu. Grup üyeleri yerlerinde öylece oturuyorlardı, programın meşhur sunucusu Bill Grundy ise grup üyelerinin kendilerini rezil edecekleri anı kolluyor ve saçma sapan sorularıyla onları gaza getirmeye çalışıyordu. Kendine çok güvenen Grundy programın sonunda "Hala bir on saniyeniz var, hadi şöyle olay yaratacak bir şey söyleyin" dedi Sex Pistols üyelerine, kimlerle uğraştığının hiç de farkında olmadan. Cevap Sex Pistols gitaristi Steve Jones'dan geldi ve tv tarihinde ilk kez bir canlı yayın böylesine bir küfür bombardımanı ile karşılaştı. Steve Jones'un sakin ve umursamaz tavrı ise Sex Pistols'ın ne olduğunu izah etmeye yetiyordu. Bill Grundy olay akabinde işinden atıldı, İngiltere ise yeni güne "The Filth and the Fury" manşetiyle merhaba dedi. Artık herkes punk'ın anlamını ve Sex Pistols'ın kim olduğunu biliyordu.

OZZY OSBOURNE'UN YARASA AVI



OZZY OSBOURNE

Black Sabbath yıllarında uyuşturucu ve alkolün de büyük etkisiyle türlü çılgınlıklara imza atan Ozzy Osbourne'un müzik tarihinde yer eden en şok edici vukuatı artık bir efsaneye dönüşen 'yarasa' operasyonu olmuştur. Black Sabbath'ın 20 Ocak 1982'de Des Moines'de verdiği bir konserde bir fan tarafından sahneye fırlatılan yarasayı tutup, ağzıyla kafasını kopartan Ozzy Osbourne, böylelikle metal müziğin dış dünya tarafından algılanış biçimini de değiştirmiştir (metalciler kafa koparır, civciv ezer efsaneleri gibi). Söz konusu efsanenin göz ardı edilen bir başka boyutu daha var elbette. Ozzy Osbourne sahneye atılan yarasanın plastik, yani oyuncak bir yarasa olduğunu düşündüğünü -o sırada kafasının epey iyi olduğunu da unutmayalım- ve bu sebeple kafasını koparmaya yeltendiğini açıklayıp bu deneyimi hayatının "en korkunç, en acı" anı olarak yorumladı sonradan. Ozzy Osbourne'un en az yarasa faciası kadar efsaneleşmiş bir başka vukuatı ise CBS Records ile yaptığı toplantı esnasında gerçekleşen 'güvercin' operasyonudur. Söylentiye göre plak şirketinin Los Angeles'da düzenlediği basın toplantısında fazlasıyla sıkılan Ozzy, beyaz bir güvercinin kafasını da ağzıyla koparıp atmıştı. CBS tarafından da onaylanan bu bomba olay -Ozzy'nin söz konusu hareketi bilinçli olarak yaptığı da düşünülecek olursa- yarasa efsanesini ezip geçer.

JIM MORRISON'UN 'AHLAKSIZ' SAHNE ŞOVU


JIM MORRISON

'60'lı yılların en aykırı figürü şüphesiz Jim Morrison'dı. The Doors çılgınlığının had safhada olduğu o dönemlerde Morrison da sansasyonlarıyla gündemin tepesinden inmek bilmiyordu. Morrison özellikle grubun konserlerinde sergilediği sahne performansı ve söz konusu performansları izleyen anlardaki taşkınlıklarıyla güvenlik görevlilerine zor anlar yaşatıyordu. 1967'de bir fanı tartaklayan polis memuruna saldırdığı için tutuklanan Morrison'ın müzik tarihinde yer eden asıl vukuatı ise The Doors'un 1969'taki Miami konserinde vuku bulmuştu. Sahneye çıktığında -her zamanki gibi- körkütük sarhoş olan Morrison daha fazla içki istiyor, seyirciyi de kendisine eşlik etmeleri yönünde ikna etmeye çalışıp, 'özgür aşk'a davet ediyordu. Seyircinin şaşkına döndüğünü gören Morrison karşılaştığı tepkisizliğe cevap vermekte gecikmeyecekti elbet. Penisini çıkaracağını anons eden Morrison pantolonunu indirmeye kalktığı anda tutuklandı ve kendisini ahlaksız bir şekilde sergilediği gerekçesiyle yargılandı. Morrison, müzik tarihinin şok edici anlarından biri olarak kabul gören bu olaydan iki yıl sonra ise, Paris'te, kaldığı evin küvetinde ölü bulundu.

RICHEY JAMES'İN "4 REAL" ANI



RICHEY JAMES

Manic Street Preachers şimdilerde yaşını başını almış, içi geçmiş bir grup olarak kabul görüyor olabilir ama unutmayın ki herkesin genç ve de asi olduğu zamanlar vardır, özellikle de rock yıldızlarının. Manics'in henüz ses getirmeye başladığı ve leopar desenli kürkler giyip bol makyajla dolaştığı zamanlar da böyle zamanlardı işte. Grup o dönemde kaydadeğer bir fan kitlesine sahipti fakat basın onları idol belledikleri grupları (Guns'n Roses) taklit eden bir avuç sahte yıldız olarak kabul etmekteydi. Manics'in şarkı sözü yazarı ve gitaristi Richey (James) Edwards ise gazetelerde ve müzik yayınlarında grubuyla ilgili yazılan söz konusu yorumlara tahammül edemez olmuştu. Kendisini ve grubunu daha iyi ifade etmek isteyen Richey bu konuda kiminle muhattap olacağına karar verdi ve 15 Mayıs 1991'de Norwich Sanat Merkezi'nde verdikleri bir konser sonrasında harekete geçti. Richey'nin hedefi NME yazarı Steve Lamacq (Lmacq şimdilerde BBC Radio 1'da kendi adını taşıyan bir şov hazırlayıp sunuyor) idi. Konser sonrasında Lamacq'ı bir köşeye çeken Richey ona Manics'in gerçek bir grup olduğunu anlatmak için epey bir çaba sarfetti. Konuşması bittiğinde ise işi bir adım ileri götürdü ve eline aldığı bir jiletle koluna '4 Real' (gerçek) lafını kazıdı. Dehşete düşen Lamacq hemen bir ambulans çağırdı. Koluna 17 dikiş atılan Richey Edwards ise ertesi gün NME'yi aradı ve Lamacq'a zarar vermek istemediğini, sadece Manic Street Preachers'a inanmasını sağlamak için böyle bir şey yapmak zorunda kaldığını söyledi. İlk etapta haberi yayınlama konusunda tereddüte düşen NME ilerleyen yıllarda bu anı bir efsaneye dönüştürdü, hatta Richey'nin '4 Real' yazılı kanlı kolunu gösterdiği pozu poster olarak bile kullandı. Richey ise 1 Şubat 1995'te kayıplara karıştı ve bir daha ortaya çıkmadı. Şimdilerde resmi olarak ölü kabul ediliyor.

27 Kasım 2008 Perşembe

ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ




''Şanghay İşbirliği Örgütü'' adını, örgütün ilk toplandığı yer olan -Şanghay-'dan almaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Kazakistan, Tacikistan ve Kırgızistan'ın 1996 yılında oluşturdukları yapılanma önceleri ''Şanghay Beşlisi'' olarak anılıyordu. Bu örgüt 2001 yılında Özbekistan'ın da katılımıyla üye sayısını 6'ya çıkarttı ve Şanghay İşbirliği Örgütü olarak anılmaya başlandı.

Temel ilke ve amaçları arasında ülkeler arası güveni,dostluğu, komşuluğu sağlamlaştırmak, barışı korumak ve çok boyutlu işbirliğini sağlamak, terörizm, ayrımcılık, aşırılığa karşı durmak, uyuşturucu, silah kaçakçılığı, yasa dışı göç vb. suçlara karşı ortaklaşa mücadele etmek, küresel bir dünya için el ele verme gibi iyi niyetli olarak nitelendirilebilecek amaçlara sahip oldukları söylense de örgütün daha çok çıkar amaçları doğrultusunda bir arada bulunduğunu söylemek yanlış olmaz.

1996 yılında, Şanghay'da, Özbekistan hariç diğer ülkelerin katılımıyla gerçekleşen ilk buluşmanın ana gündem maddesi '' sınır anlaşmazlıklarının çözümü ve gelişen İslami akımlara karşı işbirliğiydi''. Özbekistan'ın da katılımıyla 2001 yılında gerçekleşen toplantıda ise ''güvenlik ve ekonomi'' konuları üzerinde duruldu. Ülkeler birbirlerine karşı daha açık politikalar izleyecekler, güvenlik konularında daha güçlü bağlarla birbirlerine bağlanacaklardı.

Örgüt zaman zaman üye devletlerin arasında hiçbir ayrım olmadığı, güç dengelerinin tamamen eşit olarak dağıldığını söylese de bu pek doğru sayılmaz.Örgütte özellikle gelişen dünyanın baş lokomotiflerinden sayılan en çok enerji üreten Rusya, en çok enerji tüketen ülkeler arasında bulunan Çin, nispeten daha etkin.

Örgütün kapladığı nüfusa bakılıcak olursa yaklaşık üç milyar bu da dünya nüfusunun % 40 'ını oluşturuyor. Aynı zamanda örgüt bir anda dünyanın en büyük ticari pazarına sahip olmuştur. Ayrıca nükleer silaha sahip ülkelerden dördü örgüt içerisinde yer almaktadır. Bu nedenle örgüt için ''bombalı OPEC[Petrol ihrac eden ülkeler örgütü]'' tanmlaması da yapılmaktadır.

Kimilerine göre ŞİÖ'nün temel amacı Orta Asya'daki zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarından yararlanmak. Bu yönüyle Orta Asya petrol ve doğal gazına milyonlarca $ harcıyan ABD 'ye bir meydan okuma olarak nitelendiriliyor. Bir dönem ABD örgüt'e gözlemci ülke olarak dahil olmak istemiş, bir nevi kontrolü altında tutmak istemişse de, bu isteği örgütün dahil olduğu haritadaki topraklarda yer almadığı gerekçesiyle reddedilmiştir.

Şu anda kesin olarak üye olan 6 devlet bulunmaktadır. Bunlar: Çin, Rusya, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Özbekistan'dır. Asil üye olmayan ancak gözlemci ülke olarak bulunan ise 4 ülke mevcuttur. Bunlar İran, Hindistan, Pakistan, Moğolistan'dır. Diyalog içerisinde olunan ancak henüz ne üye ne de gözlemci ülke statüsüne erişememiş olan bir de Afganistan vardır. Gözlemci ülkeliğe kabul edilmediği söylenen ülkeler de özet olarak ABD ve Japonya'dır.

Şanghay İşbirliği Örgütü gelişmekte olan, Nato ve AB 'nin yanında daha çekici unsurlara sahip olan bir birliktir. Önemi henüz çoğu çevre tarafından anlaşılamamıştır. Ancak kişisel görüşüm, ileride çok önemli bir konuma geleceğidir, ve gelişmeler de zaten bunu göstermektedir.

26 Kasım 2008 Çarşamba

SIOE ( Stop Islamisation of Europe) - Batı'nın İslamlaştırılmasını Durdurun Örgütü




''Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa evet! İslam'a Hayır!'' sloganıyla kurulan (Batı'nın İslamlaşmasını Durdurun) adlı örgütün İslam karşıtı eylem çağrısı, Batı dünyasında haçlı ruhunun giderek nasıl da azgınlaştığını gözler önüne seriyor.

İŞTE SİTELERİNDEKİ PROPAGANDALAR:

BAĞIMSIZLIĞINIZ İÇİN AYAĞA KALKIN – BİZİM KUŞAĞIMIZIN "TUZ YÜRÜŞÜ"

Öyle bir an olur ki nehrin bir kenarında durursunuz ve karşıya geçmek veya olduğunuz yerde kalmak arasında bir karara varmanız gerekir. Karşıya geçmek sizi, hayal gücünüzün beslediği korkularla dolu bilinmeyen bir yere götürür. Sizin bulunduğunuz taraf evinizdir, belki güvenli değildir ama evinizdir.

Avrupa şu anda böyle bir geçiş noktasında, bizler biliyoruz ki politikacılarımız yıpranmış ve işlerliğini yitirmiş demokratik bir sistemin eski fakat beceriksiz liderleridir –ve bizler ya karşıya geçmeyi seçeceğiz veya yerimizde kalacağız – demokrasi adına kendimiz bir savaş vereceğiz veya onu saçma akademik bir ahmaklık içinden zuhur eden politikacılara terk edeceğiz.

Rousseau'nun, Fransız Devrimi'nin filozofunun, bize gerçeğin yalın gücün ile işaret ettiği gibi; O şöyle demişti, İnsan özgür doğar fakat her yerde zincirlenmiş bir haldedir.

Vurulduğumuz zincirler demokrasi ve hukuk – kendi özgür irademizi yöneticilerimizin ellerine teslim ettik, her ülkedeki her vatandaşın güvenlik ve özgürlüğünü koruma görevini yerine getireceğine güvenerek- Böyle yaparak, kendimizi en güçlü olanın hükümranlığından korumuş oluyorduk.

Fakat Müslümanlar en güçlü olanın hükümran olması ilkesini tekrar Avrupa'ya getirdiler. Demokratik olarak seçilmiş olan yöneticilerimize gösterdiğimiz güven ihlal edildi. Liderlerimizin demokratik hukuku yüceltmesi gerekiyordu, fakat onlar şu anda güçlü Müslüman ümmetin azameti karşısında boyun eğiyorlar. Şimdi ne özgürlüğümüz var – çünkü bizler kanuna saygı duyuyoruz – ne de hukukumuz var – çükü İslamcılar Roma hukukunu tanımıyorlar.

Bu kadarı yeter - şimdi uyanma ve özgürlüğümüzün tehlike altında olduğunu anlama zamanıdır – ve bunun için savaşma zamanıdır.

Şimdi, Avrupa işbirliğinin politik sisteminin idari merkezine bir yürüyüş gerçekleşecek. Ve bu yürüyüş çok önemli çünkü bu Avrupalıların İslamcıların tiranlığına karşı oluşturduğu ilk barikat olacak. Bu faşist bir eylem olmayacaktır, bu kalbine demokrasinin özgürlüğünü kalbine yerleştirmiş Avrupalılar topluluğunun bir yürüyüşü olacaktır. Zenciler, Yahudiler, homoseksüeller, Protestanlar, Katolikler ve Brüksel'deki eylem için – ilk olarak özgürlük için sonra da kendilerini ilgilendiren konularda söz söyleyebilmek için – İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ için gelenler olacak. Buradan politikacıları Avrupa'da gerçekten tehdit altında olan 2 şey – Demokrasi ve Roma hukuku – için ayağa kalkmaya çağırıyoruz.

On yıllar önce küçük bir adam Mahatma Ghandi, tuz ticareti tekelini kırabilmek için denize kadar yürüdü- bu ""tuz yürüyüşü" idi. Şimdi bizim kendi tuz yürüyüşümüzü yapma zamanıdır – uğrunda savaşacak bir şeyleri olan bir kuşakta yer almanın onur ve mutluluğunu taşımalıyız. Dayak yiyebiliriz, fakat buna değer – çünkü bu bizim kuşağımızın en belirleyici anıdır. Bu yüzden avare ayakkabılarınızı bulun, cesaretinizi ve inancınızı Brüksel'deki eyleme getirin.

SIOE (Stop the Islamisation of Europe-Avrupanın islamlaşmasını durdurun)

***: NOT: bu tuz eylemi çağrısı eski bir haberdir.Ancak Müslümanlardan ne derece tırstıklarının ve ezikliklerini nasıl ortaya koyduklarının açık bir ifadesi olduğu için eklemeyi uygun gördüm. SIOE her ne kadar ezik bir grup olsada araştırılması ve öğrenilmesi,saykoluğu ne derece ilerlettiklerinin bilinmesi yerinde olur ,)

political correctness




24 Kasım 2008 Pazartesi

Vadi'nin derin şifreli kitabı



Kurtlar Vadisi, "derin bir oyunu" mu bozuyor? Erdoğan operasyonu kitabı neyin nesi, kim yazdı? İlginç şifreler var.

Bir dizi ve o dizide işlenen bir kitap... Yazarları çok önemli 2 sima. Bu kitap "derin bir oyunu" bozmak için mi yayınlandı? Kurtlar Vadisi'nin misyonu ne? Tutkun Akbaş'dan ilginç bir analiz...

Kurtlar Vadisi Türkiye'nin, stratejik yol haritasına dair "vizyon çizen" neredeyse tek "think-tank merkezi" işlevi görüyor bu dizi. Stratejik araştırma merkezleri ne iş yapar sizce? Senaryo yazar. 10, 20 ve hata 30 yıl sonrasını görür, "projeksiyon" yapar. Türkiye'de de think-tank'lerin yerine bu işleri Kurtlar Vadisi yapar oldu!

En son izlediğimiz 44. bölümde önümüze konan mesajı izlediniz. Şifrenin adı, "Erdoğan Operasyonu." İskender Büyük'ün elinden düşürmediği bu kitaba salt bir "kitap reklamı" olarak bakanlar, Kurtlar Vadisi'ndeki en önemli "anahtar kelime"yi ya da "password"u ıskalamış demektir.

Nedir peki bu "Erdoğan Operasyonu" kitabının esbab-ı mucibesi?



Şifreler şifreleri doğuruyor, gelin hep birlikte bunun perde arkasına bir göz atalım. "Erdoğan Operasyonu" kitabı birkaç ay evvel piyasaya çıktı. Kim bastı? Timaş Yayınları. Hem "muhafazakar" hem de "demokrat" bir yayınevi. Tıpkı AKP'nin kendini tanımladığı "muhafazakar demokrat" kimlik gibi...


Kitabı kim yazdı?


İki isim. İkisi de çok önemli isim. Biri eski MİT mensubu Mahir Kaynak. Diğeri Kurtlar Vadisi yapımcılarıyla aynı dergahtan feyz alan, "ağabey" Ömer Lütfi Mete.

Kitapta ne anlatılıyor?


Aslında Kurtlar Vadisi'nin yapmaya çalıştığı şeyin ta kendisi anlatılıyor… "Misyon" aynı. Ortada bir senaryo var. Artık küresel dünyada psikolojik savaş diye bir kavram varsa savaşın silahları da senaryolar oldu. İşte Ömer Lütfi Mete ile Mahir Kaynak da bir senaryo üzerinden bu kitabı yazdılar. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yapılacak bir darbe girişiminden söz ediyor kitap.


Gelin önce bu kitaptaki senaryolara biraz daha yakından bakalım.


Kurtlar Vadisi ekibinin çok önemsediği Ömer Lütfi Mete'nin Mahir Kaynak'la ortak yazdığı kitapta, "Türkiye'ye, özellikle dış politika alanında yön tayin etme amaçlı bir operasyon uygulandığı" tezinin üzerinden olası ihtimaller sıralanıyor Bunlardan en dikkat çekeni, "Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve ekibinin tasfiyesi" iddiası. İşte kitaptaki senaryolardan birkaçı:


SENARYO 1- Bugün iki düşman gibi görünen ABD ve Rusya perde arkasında yeni bir denge politikası kurmak için anlaştılar. Türkiye'nin bu yeni düzende hangi safta yer alacağını konuşmamız lazım. Çünkü bu yeni süreç,Türkiye'de büyük dönüşümlere sebep olacak.


TASFİYE- Yeni süreçte Erdoğan ve ekibi tasfiye edilecek fakat yine bu partideki bir grup isim iktidara gelecektir. Yeni lider orduyla kavga etmeyen, eşinin başı açık ama başörtüsünü serbest bırakacak, Kürt değil ama Kürtlerle çatışmayan biri olacak…


SENARYO 2- Gül ve Erdoğan arasındaki ayrılık, Türkiye'nin stratejik müttefikinin hangi güç olacağı konusundaki görüş farklılığından kaynaklanıyor. Meselâ Gül, İngiltere ile ittifak kurmak isterken, Erdoğan ABD'yi tercih ediyor olabilir. İngiltere Kraliçesi'nin ziyaretini böyle değerlendirmek gerekir.


GÜL'ÜN ADAMI GELEBİLİR- Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle, aslında başbakan olmasının önüne geçmek istediler. Şimdi süreç tersinden işliyor. Bu kez iktidara, Gül'ün uyguladığı politikaları takip edecek bir isim geçebilir… Yeni sezonla birlikte Kurtlar Vadisi, Türkiye'de yaşanan "yapısal dönüşümü" işliyor. Artık dizinin odağında bu değişimin yarattığı çatışma ve yansımaları var. Devlete yön vermeye çalışan uluslararası ve özellikle de ABD-İsrail bağlantılı derin bir yapı ile bunu yok etmeye "adanmış" başka bir derin yapının savaşı…






Peki Kurtlar Vadisi bu operasyonun neresinde?


En önemlisi Kurtlar Vadisi'nde devlet ortada yok! Hiç de olmadı. Devlet Polat Alemdar'ın ta kendisi çünkü! Şifre çözücü izleyici işte bu yüzden ısrarla Polat Alemdar'ın nerde durduğuna odaklandı. Türkiye'nin "de facto" gerçekliği düşünülürse, Kurtlar Vadisi bir "oyunbozan" rolüne mi soyundu? Birilerinin oyunu bozulacak? Kurtlar Vadisi yeni bir "darbeyi" önleyecek anlaşılan. Bize de, "Umarız demokrasi kazanır" demekten gayri bir söz söylemek düşmüyor bu durumda...



***:alıntıdır.

ABD'de her 8 kişiden biri aç



Ekonomik kriz ABD'yi de vurdu! Yaşanan dar bogaz nedeniyde her 8 Amerikalı'dan birinin aç olduğu açıklandı.

ABD'de geçtiğimiz yılın aynı dönemine oranla 691 bin daha çocuğun kendini besleyemeyecek kadar yoksul düştüğü, her 8 Amerikalıdan birisinin aç olduğu bildirildi.

Amerikan Tarım Departmanı'nın yayınladığı raporda, son küresel mali krizle birlikte ülkedeki fakirlik oranının 1998'den bu yana en yüksek rakamlara ulaştığı belirtildi. 1998'de çocuklardaki açlık oranı 716 bin civarındayken, 2006'da bu oranın 430 bin olduğu açıklanmıştı.

Raporda, Amerikan nüfusunun yüzde 12.2'sine denk gelen 36,2 milyon insanın yeterli yiyecek alacak ve sağlıklı yaşayacak parasının olmadığı vurgulanıyor. Ülkedeki açlık oranının 2000 yılından bu yana yüzde 40 oranında arttığı kaydedildi.

Açlık karşıtı sivil toplum örgütü Gıda Araştırmaları ve Aksiyon Merkezi'nin Başkanı James Weill, sonuçların 2015'e kadar çocuklardaki gıda yetersizliğini önlemeyi vaat eden Barack Obama üzerindeki baskıyı artıracağını söyledi. Weill, son küresel ekonomik krizin planları alt üst edeceğini ön görüyor.

kaynak: İnternethaber.com

stewie




scarface



***: bu filmden sonra insanın kokoine başlayası geliyor,burnunu fln çekiyorsun sürekli, serseri gösteriyor sdg

23 Kasım 2008 Pazar

bir sikimlik aşkımızda bitti

gitsem gidemem
kalsam kalamam
sevsem sevemem
şaştım bu işe
hayır mı şer mi bilmem ama
ateşteyim ben ateşte

bir sikimlik aşkımızda bitti
gönlüm şimdi yeni bir kızda kurban olmalı mı bu yeni aşka
dum takka takka

***:bu şarkının bu versiyonu daha iyi

destroyed area


Feng Shui’nin Temel Prensipleri


• Chi enerjisi
• Yin ve Yang eş kuvvetler
• 5 Element teorisi
• Bagua yön haritası
• Kişilerin doğum tarihi Kua sayılarımız

Chi Enerjisi

Chi enerjisini Çinliler Ejdarha’nın kozmik nefesi olarak tanımlamaktadırlar. Bilimsel olarak kabul görmüş, sesiz ve bir o kadar da güçlü bir şekilde etrafımızda dolaşmakta ve bizi etkilemektedir. Doğadaki her şeyin birbirleri ile etkileşim halinde bulunmasından yola çıkarak, her fiziksel varlık canlıdır. Cansız olarak düşündüğümüz binalar, bilgisayarlar, araçlar, eşyalar, kayalar, toprak ve bitkiler gibi her türlü nesneler de canlıdır. Kısacası fiziksel dünyadaki her şey yaşayan enerjiye, Chi’ye sahiptir. Her yerde ve her şeyin içinde bulunan yaşam enerjisi değişime uğrar. Yaşamsal kanıtları büyüme ve hareket ile ortaya konulabilir. Sürekli değişiklikler göstererek Chi canlı tutulur.

Feng Shui’nin amacı doğru şekilde Chi akışını düzenleyerek yaşamımızda uyum ve dengede bir bütünlük sağlamayı ve yaşamımızdaki zorluklardan arınmamızı amaçlamaktadır.



Chi dört farklı yaşamsal enerji taşır. Bu enerjiler dört farklı yöne aittir;

1. Kuzey yönünün “besleyici enerjisi”
2. Güney yönünün “güçlendirici enerjisi”
3. Doğu yönünün “bilge enerjisi” bir başka anlamda şanslı Chi’dir.
4. Batı yönünün “yıkıcı enerjisi” şanssız olan Chi olarak adlandırılır.

Feng Shui’ye göre eğer bir oda karanlık renklere boyanırsa ve güneş ışığı az ise durgun Chi’ye sahip olunmaktadır. Böyle bir oda da hasta olabilir veya bastırılmış hissedebiliriz. Mukayesede eğer bir oda çok parlak renklere boyanırsa bu seferde Chi çok fazla olmakta ve yine aynı şekilde hasta ve yoğun enerjiden dolayı kendimizi rahatsız hissedebiliriz.

Yin ve Yang

Yin & Yang Çin kozmolojisinin temel taşlarıdır. Güneş ve Ay ile sembolize edilmiştir. Yaşamdaki zıtlıklar dengesi aktif olan iki temel karşıt gücü temsil eder. Evrendeki her olgu zıttıyla birlikte var olur ve birbirlerini tamamlarlar. Yin enerjisi alıcı, dingin ve pasif, Yang enerjisi ise etken, hareketli ve aktif anlamına gelmektedir. Birisi ötekisi olmadan var olamaz.

Chi enerjisi yaşamın gücüdür ve yin & yang ikiliğini yaratmıştır. Her ikisi de sadece vardır. Ne yin ne de yang mutlak iyi ya da kötü olabilirler.

Genellikle Tai Chi’nin bütünlük simgesini yaratan bir daire içinde resmedilirler. Yang'ın içinde, Yin'in küçük bir parçası vardır. Yin'in içinde de, Yang'ın küçük bir parçası vardır. Doğada bu etkileşimi görebiliriz. Sıcak bir yazda, ani bir çöl fırtınası serinliği getirebilir. Bu da, Yin'in, Yang'da nasıl bulunduğunun bir örneğidir.

Yin ; Negatif, yeryüzü, dişi, karanlık, pasif, soğuk, ölü, kış, gece, çift, ay, su, sessiz, üzgün, yavaş, yumuşak, içine çeken...

Yang ; Pozitif, gökyüzü, eril, aydınlık, aktif, sıcak, yaşam, yaz, gündüz, tek, güneş, ateş, gürültülü, mutlu, hızlı, sert, dışarı veren...

Bu kavramlar hiç birzaman yalın değillerdir. Ying ve Yang’ın arasındaki etkileşimden sonra Chi’nin beş evresi devreye girer. Bunlar beş öğe olarak bilinen Beş Element Teorisidir.



5 Element teorisi

Evrende her şey 5 öğeden yapılır. Öğe uyumu veya ahenksizlik her ikisi de iyi veya kötü feng shui yi yaratır.




Chi’nin hareket ettiği 5 element vardır:

• Dünya (Toprak)
• Ateş
• Metal
• Su
• Tahta (Ahşap)

Feng Shui uygulamaların da bu elementlerin birbirleri ile ilişkilerine de büyük önem veriliyor. Çinliler evrendeki her şeyin bu beş elementten birine ait olduğuna ve birbirlerini etkileme biçimine göre yaşamlarını yönlerdirdiğine inanırlar. Herhangi bir mekanda objelerin ve yönlerin ait olduğu elementler birbirine zarar vermemelidir. Öncelikle elementlerin birbirleri ile yaratıcı ve yıpratıcı döngüdeki ilişkileri analiz edilmelidir.


Elementler kendi aralarında iki tarz ilişki içindedirler.

• Elementlerin yaratıcı döngüsü: Ateş toprağı yaratır, toprak metali içerir, metal suyu tutar, su ağacı besler, ağaç ateşi besler.

Bu yaratıcı çevrim bir arada çalışmak için birleştirildiği zaman üretici çevrim ortaya çıkar. Üretici çevrim; başarı, bolluk, mutluluk, memnuniyet, sağlamlık, sağlık ve uyumlu ilişkiler ile sonuçlanır. Bu yaşamda herşeyin çok düzgün bir şekilde çalışıyor olduğunu gösterir.

Üretici döngüyü enerjiyi arttırmak istediğimiz yerlerde kullanarak dengeyi sağlayabiliriz. Örneğin ateş enerjisini arttırmak istiyorsak bu ihtiyacımızı karşılamak için ahşap elementi kullanarak ateşi besleyebiliriz. Veya ahşabı hatırlatacak objeler, renkler ve şekiller ile uyumu arttırabiliriz.

• Elementlerin yıpratıcı döngüsü: Ateş metali eritir., metal ağacı keser, ağaç toprağı tüketir, toprak suyu emer, su ateşi söndürür.

Öğelerin bir arada yıpratıcı döngüde çarpıştığı zaman ise yok edici çevrim ortaya çıkar. Yok edici çevrim; kazalar, iş kaybı, hastalık, fırsatların kaçması, başarısızlık, ilişkilerde sorunlar ve mali problemler ile sonuçlanabilir. Bu yaşamda birşeylerin yanlış gitmekte olduğunun göstergesidir.

Yok edici döngü esnasında çok fazla bulunan elementi dengelemek içinde üretici döngüye uyguladığımız yöntemi uygulayarak yıkıcı enerjiyi kesebiliriz. Örneğin ateş enerjisini azaltmak yada dengelemek istiyorsak su elementinden faydalanabiliriz.

***: el atmadığımız bi feng shui kalmıştı onada el attım,mükemmel oldu,burdan bütün insanlığa diyorum ki bilgi güçtür dsghewh

Tanrı’ya Giden Yolu İnançsızların Kanıyla Açmak

“Ölümlü, mezarlıkların örtüsünün altındakini düşün! Kurtçuklar tarafından yenmiş, etsiz, sinirsiz bir beden veya eti kalmamış, çözülmüş, eklem yerleri ayrılmış, ortadaki kemikler… Çürümüş, kokuşmuş yırtık karın… Yüzün şeklini bozan, yarı kemirilmiş burun…”



1594 yılının Avrupa’sında, “Hayatı hor görme ve ölüm karşısında teselli” adlı eserinde bu mısraları kaleme almış şair Jean-Baptiste Chassignet. Tüm ürkütücülüğünü tasvir ettiği ölüme meydan okumuş kalemiyle. Hayat bir kelebek kanadıyken, ölüm bronz bir heykel gibi. Ölüm hep orada ve kaçınılmaz. Şairler bile, şiirlerinde Tanrı’ya sığınıyor ölümün bileği bükülmez gücünden. İnanç doluyor dizelerine, örtmek için yaşamlarına hükmeden korkuyu. Peki, kim saldı bu korkuyu? Ölmeden mezara girer gibi, bu iç sıkıntısı, mezar tasvirleri, genç yaşlarında ihtiyar olmaları hangi sebeptendir? Ceset kokusu… Hayır! Eceliyle ölenlerin çürümeye başlayan bedenlerinin kokusunu bastıran bir şey var; Yanık kokusu!

Ortaçağ Avrupası’nda toplum üç sınıftan oluşuyordu: Tanrı’nın görevlileri (Kilise’nin adamları), savaşanlar (şövalyeler) ve çalışanlar. Üçüncü sınıf yani en büyük dilime sahip kesim, çalışarak diğer iki sınıfı beslerdi. Din adamları okuma yazma bilir, halk dili yerine Latince kullanırdı. Çalışanlar ise okuma-yazma bile bilmeyen cahil insanlardı. Sosyal ve kültürel hayata, böylece, kolaylıkla hâkim olan Kilise, gücü sarsılmasın diye, kurduğu düzende, halkın ulaşabildiği yegâne bilgi olan dini bilgiyi bile, sınırlı ve seçilmiş bir şekilde, halka bir lütuf olarak sunardı. Okullara ve kütüphanelere sadece din adamları girebilirdi. Katolik Kilise’nin, halkın üzerinde bu denli nüfuz sahibi olmasına rağmen, Kilise tarafından hoş görülmeyen bazı fikir akımları, eylemler veya inançlar toplumda yer edinebilmekteydi. Bu nedenle, başını cadılıkla ilgili uğraşların çektiği dini açıdan “sapkınlık” diye nitelendirilen düşünce ve fiilleri yayanları avlamak için, Roman katolik mahkemesi uygulaması olan Engizisyon icat edildi. Bu “kutsal” mahkemeler, 13. yüzyılda İspanya başta olmak üzere, Portekiz ve Fransa gibi bazı Avrupa ülkelerinde uygulamaya geçirildi. Engizisyon kurallarına göre astroloji, otacılık, vb. uğraşlar cadılara özgüydü.



Bir kişinin, Kilise’nin katı din kurallarını benimsemeyip, daha anlayışlı ve insancıl bir din yorumunu desteklemesi ve bu doğrultuda mevcut uygulamaların reformunun, çağın gereksinimine uygun şekle getirilmesinin daha iyi olacağını belirtmesi ise, din adamlarının “din elden gidiyor” çığlıkları ile bu kişiyi hedef göstermeleriyle nihayetlenirdi. Kilise, bilimi ve bilimsel bilgiyi de kendisi için çok kuvvetli bir düşman olarak gördüğü için “günah” ilan etmişti. Kurulu sistemin, din adına ufacık bıraktığı beyinlere düşecek her bilimsel bilgi ışığı, bu ışıkla aydınlanan bireyin, Tanrı’nın mutlak doğrularından başka doğru aramaya yönelmiş bir din karşıtı olduğunu kanıtlamaya yeterdi. Buna en güzel örnek, modern fiziğin ve teleskopik astronominin kurucusu Galileo Galilei’nin Kutsal Engizisyon'ca kitabının yasaklanması ve yetmiş yaşında, kendi evinde göz hapsine mahkûm edilmesidir. Bunlar ve burada sayamayacağım (kimileri, öyle gösterilmese de siyasi ve ekonomik olan) birçok neden, kişinin türlü işkencelerden geçmesi, hapse atılması ve bir miktar odunun üzerinde diri diri yakılması için yeterli suçlardı. Diri diri yakılma, din adamlarının Tanrı adına yaptığı, dini koruyan ve “suçlu” ya kendini savunma hakkı verilmeden, kimi zaman dedikodulardan, iftiralardan, söylentilerden yola çıkılarak karar verilen bir ceza idi.

Engizisyonun katlini uygun gördüğü ünlü simalardan bazıları şöyledir; Amaury de Chartres; Filozof ve din bilimci. 1209’da, Fransa’da, çalışma arkadaşlarıyla beraber yakıldı. Cecco d'Ascoli Francesco Stabili; Fizik ve astroloji ile uğraşıyordu. 1327’de, din hakkında kötü konuşuyor denilerek, İtalya’da yakıldı. Giordano Bruno; Bilimsel merakı ve eleştirel düşünme şeklini benimseyen, hümanizmden ölüm anında bile geri dönmeyerek sembolleşmiş filozof ve din bilimci. Bizim dünyamıza benzer sayısız dünyaların yer aldığı, uçsuz bucaksız bir uzay fikrini gösterdi felsefi yazılarında. 1600’da Roma’da, fikirlerini haykıramasın diye ağzı tahta bir gemle ezildikten sonra yakıldı. Étienne Dolet; Şair, basımcı ve fransız hümanisti. Materyalizm ve ateizm düşünceleri nedeniyle, 1546’da, kimliği belirsiz kişilerce işkence gördü, boğularak öldürüldü ve kitaplarıyla yakıldı. Jan Hus; Çek din bilimci ve din reformcusu. 1415’te “dinden sapma” suçuyla yakıldı. Jérôme de Prague; Reform hareketinin önderlerinden Wyclif’in fikirlerine destek verdiği ve Jan Hus’un arkadaşı olduğu için, “sapkın” olma suçuyla 1416’da yakıldı.



Gabriel Malagrida; İtalyan cizvit misyoneri. 1761’de, Portekiz’de, önce işkence gördü sonra yakıldı. José María Morelos y Pavón; Meksikalı din adamı ve isyancı. 1815’de kurşuna dizildi. Michel Servet; İspanyol asıllı din bilimci ve hekim. Kanın akciğerlere, oksijen almak için girdiğini keşfetti. Hristiyan üçlemesinin (baba-oğul-kutsal ruh) bir dogma olduğunu ve Hz. İsa’nın Tanrı olmadığını, Tanrı’nın görevlendirdiği bir insan olduğunu söylediği için 1553’te yakıldı. António José da Silva; Yahudi drama yazarı. Hristiyan olmadığı anlaşıldığı için 1739’da, Portekiz’de yakıldı. Triora cadıları; Triora’da 33 otacı kadın “cadı” denilerek işkence gördü, hapse atıldı. Kimileri hapiste, kimileri işkence sırasında öldü. Lucilio Vanini; Natüralist ve filozof. Dine hakaret ve ateizm gibi suçlardan, Fransa’da, 1619 yılında önce dili kesildi sonra boğuldu ve yakıldı. Henri Voes ve Jean Van Eschen; Brüksel’de, 1523’te, Luther doktrinine geçtikleri için yakıldılar. İnfazları 4 saat sürdü. Jeanne D’Arc; 1429’da, Fransa’da bulunan Orléans’ı, İngiliz işgalinden kurtardı. Fransız din adamları tarafından oluşturulan mahkemede, “sapkın” olduğuna kanaat getirildi. Hristiyan din adamlarının eleştirdiği diğer şey ise, bir kadın olarak ordunun başına geçmiş olmasıydı çünkü bu davranışla ev işleri, hayvanlar ve çocuklarla ilgilenen klasik kadın rolünün dışına çıkmış oluyordu. Fransız ordusuna başarı kazandıran Jeanne d’Arc, fransız din adamlarınca cadı denilerek, suçlu bulundu. Rouen’de yakılarak öldürüldü.



Bu sayılanlar, engizisyon mahkemelerinin gazabına uğrayan ünlü simalardan bir kısmıdır. Bunun dışında, şeytanın bile aklına gelmeyecek işkence yöntemleriyle, birbirinden farklı ithamlarla sorgulananların, toplu halde yakılanların, hapse atılanların haddi hesabı yoktur. Şimdi baştaki soruya geri dönelim; Kim saldı bu korkuyu? Gücün, iktidarın ve mutlak haklılığın tadına varmış din adamları, din bilginleri! Dinin, siyasete, ticarete, sosyal adaletsizliğe araç edilmesinin en güzel örneklerinden birisidir engizisyon uygulaması.

Halkın kanından beslendikçe büyüyen sahte dindarların, bilim, düşünce ve hümanizme olan düşmanlığı, göz ardı edilemez bir gerçektir. Onlara göre din, sadece öteki dünya için yaşamayı emreder. Kendileri, bu dünyanın nimetlerinden sonuna kadar faydalansalar da, halka, dünya nimetlerinin hepsini yasaklarlar, onları, âdeta ölmeden kabirlerine koyarak, haksızlığa, sömürüye, yalana karşı koyamaz hale getirirler ve böylece erklerini sağlamlaştırırlar. Her türlü, insancıl dini yaklaşım ve yorum, bilimsel gelişme, bu sarsılmaz gibi görünen güç abidesi için birer düşmandır, tehlikedir.



Temmuzun 14’ünde Fransa’da yıldönümünün kutlandığı Fransız Devrimi, 1789 yılında, bu bağnazlığa karşı atılmış, belki de en sert yumruk olmuştur. Bu devrim, halkın her yönden büyük sıkıntılar yaşadığı bir dönemde, aydınların, bilim adamlarının, filozofların ve hümanistlerin ışığı ile halkın sağduyusunun birleştiği noktada ortaya çıkan “yeter artık” çığlığıdır. Devrimi takip eden zamanlardaki gelişmeler arasında, ruhban sınıfının, halkın sırtından edindiği mal varlıklarına el konulmasından tutun, Kilise’nin siyasetten tamamen soyutlanmasına kadar birçok radikal değişim yaşanmıştır. O zamanlarda, tahmin edilebileceği gibi, ruhban sınıfı buna direnmiş, halkı “laik olanlar(din karşıtları)” ve “inançlı olanlar” diye bölünmeye sevk ederek, devrimin ellerinden aldığı gücü geri kazanmaya çalışmıştır. Hatta, din adamları arasında bile fikri bölünme yaşanmıştır. Ancak bugün, karşımızda, bu çekişmeden sağ salim çıkıp, devrim değerlerini benimseyerek, ekonomik, bilimsel ve hukuki açıdan refaha ermiş, iç politikaları ile örnek gösterilir hale gelmiş bir Avrupa vardır.

Tarihin tekerrür ettiğine ve aklın yolunun bir olduğuna inanarak, aynı aydınlanmanın, yüce dinimiz İslâm’ın yaşandığı, Türkiye dâhil, tüm ülkelerde, bir gün gerçekleşeceğine ve bu ülkelerde, Allah dışında başka hiç kimseye; Ne şeyhlere, ne de kelle alarak veya cehennemle korkutarak halkı pasifleştiren yönetimlere kulluk yaparak, insana hak ettiği değeri atfedecek karakterde Müslümanların yetişeceği, Mevlânâ’nın, Yûnus’un felsefelerini özümsemiş, adaleti ve hoşgörüyü öven bir düzene kavuşabileceğimize yürekten inanıyorum. İşte o gün, tıpkı ortaçağ Katolik Kilise’sinin, bir zamanlar, halkın zihninde yaratmış olduğu “din elden gidiyor, bizi dinsiz yapmak istiyorlar” benzeri hezeyânlara, toplumumuzda artık rast gelinmiyor olacaktır.

Böylesi bir dini olgunluk ortamında ise, 29 Ekim 1923’de, Fransız yazar Maurice Pernot’ya “Türk milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Hakikate bizzat nasıl inanıyorsam, dinime de öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye mâni hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki, Türkiye’ye istiklâlini veren bu Asya, milletinin içinde, daha karışık, suni itikatlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu câhiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaktır.” şeklinde demeç veren ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün ne demek istediği daha iyi anlaşılacaktır.

Kaynak: indigodergisi.com

Türkiye'deki Yeni Nihilizm


Nihilizm temelde; hiçbir yere bağlı olmama, her şeyi bilimle açıklama, kurulu düzene hemen her yerde karşı olma, ahlaki değerleri, geleneği tanımama, gerekirse alay etme, sürekli bir yenidünya düzeni ütopyası ile yaşayıp onu da bir türlü cismani hale getirememe gibi bir felsefesi olan akımdı. Neden durduk yere “nihilizm” konuşma gereği duyduk?

Batı aydınlanmasının temel sacayağı bilgiye ve bilime olan yönelimdir. Feodalizmin karanlık atmosferinin içinde tamamen boş inanca, hurafeye, dinin yozlaştırılmasına tutsak yaşayan batı toplumları hemen karşıtların birliğindeki ilkeden hareketle bilimi, pozitif aklı, deneyi, soru sormayı, araştırmayı geliştirmiştir.

“Biricik” gerçeklik bilim olmuştur.

Karşıtların birliği ya da çelişkisi Avrupa coğrafyasında öylesine keskindi ki, ortam tartışmayı, bir başka alternatif var mı arayışını gerekli kılıyordu. Kurulu mevcut düzen sorgulanıyor onun bütün aygıtları reddediliyordu.

Avrupa ya da geniş anlamıyla batı dünyası cenderenin dışına deliği 1492 yılıyla birlikte daha da batıya doğru deniz yoluyla yeni kara parçalarını keşfedip, oradaki zenginlikleri kendi kıtasına getirerek açtı. İlkini doğuya yaptığı haçlı seferleri yoluyla gerçekleştirmiş, doğunun bilgeliğini almıştı.

Batı kısa süre içinde aydınlanmasını tamamladı, eski düzeni yıkıp yerine yenisi kurdu. Bunu yaparken de insan aklının ötesinde hiçbir şeye izin vermemeye gayret etti. Materyalizm güçlendi.

Bu sırada coğrafi olarak biraz daha kapalı kalmış, kendi kaynakları ile yaşamaya çalışan Almanya ve Rusya’da olay biraz daha aklın içinde gelişmesini sürdürdü. Güçlü ve bugün felsefeye egemen filozofların bu dönemde buralarda yaşaması bir “rastlantı” değildi.

Kapitalizm insanı feodal bağlarından kurtararak atomik bir yapı haline getirmek istiyordu. Bir taraftan feodal devleti zayıflatırken, ileride kendi kuracağı düzen için altyapı sağlıyordu. Kapitalizmin gücü sermayeden gelir. Bugünün güçlü kapitalist devletleri bu zenginliği başka ülkeleri sömürmek suretiyle elde etmişlerdi. Eğer bugün Dünya Bankası eliyle gerçekleştirdikleri kredilenme ve borçlandırma sistemi geriye doğru işletilirse, bu ülkelerin yıllarca sömürdükleri diğerlerine altından kalkamayacakları bir faizi de ödemeleri gerekirdi. Ama sistem öyle işlemiyor.

Almanya ve Rusya gibi ülkelerin sömürgesizlikleri ve kendi kaynakları ile yaşamaya gayret etmelerinin sıkıntıları bir sonraki yüzyılda çok daha net ortaya çıkacak, Almanya’nın iki dünya savaşına neden olacağı görülecektir.

Osmanlı İmparatorluğunda da farklı bir görünüme bürünen, “batı kapitalizmi gibi güçlü olma, zenginlik özentisi” başka bir “nihilizmi” doğurmuştur.

Nihilizm temelde; hiçbir yere bağlı olmama, her şeyi bilimle açıklama, kurulu düzene hemen her yerde karşı olma, ahlaki değerleri, geleneği tanımama, gerekirse alay etme, sürekli bir yenidünya düzeni ütopyası ile yaşayıp onu da bir türlü cismani hale getirememe gibi bir felsefesi olan akımdı. Rus edebiyatının klasiklerine meraklı olanlar o döneme ışık tutmuş bu yapıtlarda tarif edilen bu akımın çelişkilerini de görürler, derinden yaşarlar.

Dostoyevski’nin Cinler isimli romanı bu yapıyı net olarak ortaya koyar. Rus nihilizmi zaman içinde çok farklı ideolojilerle bir araya gelmiş, sosyalist düşüncenin içinde biraz olsun evcilleşmiş ya da rasyonel hale gelmiştir. Ancak Ekim Devrimi ile kurulan düzenin de insanı mutsuz eden bir diktatörlüğe evrimi de kaçınılmaz olmuştur.

Alman nihilizmi ise faşizme dönüşmüştür.

Çok bire bir olmamakla birlikte İttihat ve Terakki Hareketi’nin temelinde de Osmanlı nihilizmini bulabiliriz. Bu hareket de benzer kaygılardan yola çıkarak kurulu düzene bayrak açmış, hürriyet devrimine giden süreci tetiklemiş, sonunda da ortaya Türkiye’ye miras kalmış olan darbe kültürü çıkmıştır. Darbe kültürünün ne olduğunu araştırmak da bir başka yazının konusudur.

Nihilizm üzerine daha çok şey söyleyebiliriz.
Neden durduk yere “nihilizm” konuşma gereği duyduk?

Nihilizm maddi ayağı çok zayıf, düşünce ve akıl tarafı ise oldukça güçlü bir akımdır. Temelde her düşüncede olduğu gibi iyi niyet bulabiliriz. Kurulu düzeni değiştirmek, sürekli evrimin devam etmesini sağlamak, daha iyi nasıl olur sorusunu sormak kadar insan doğasına uygun başka bir şey daha olamaz, belki de olmamalı demeliyiz.

Bugün Türkiye’de yeni bir nihilizm akımı vardır. Yeni nihilistler gerisini düşünmeden ve fazla da dert etmeden kurulu düzene savaş açmışlardır. Gerisini düşünmeden cümleciğini bilerek seçiyorum, çünkü nihilizmin benim gördüğüm ya da bildiğim pratiğinde bu var. Zaten rasyonel olmayan ya da disiplin altına alınamayan nihilist düşüncenin derdi öyle ya da böyle mevcut ahlaki, siyasi yapı, geleneğin tamamıdır.

Nihilizm yıkıcı bir gücü de içinde barındırır ve yıkmak her zaman daha kolaydır.

Üç-dört yılda büyük bir insan emeği ve düşüncesini, aklını cisimleştirerek yaptığınız bir binayı içi ful yakıt dolu bir uçağın darbesi ile bir saat içinde yerle bir edebilirsiniz.

Türkiye’deki yeni nihilist akımı bir arada tutan şey Türkiye’yi var eden temel bütün değerlere karşı olmaktır. Bu nihilist akımın paydada birleştikleri tek ortak arzu budur; birçoğunun payda tonla fikir ayrılığı, hedefleri farklı olabilir.

Hep unutulan ya da görmezden gelinen bir şey var. Hedeflenen şeyin cazibesine kapılıyoruz. “Zengin” ve “uygar” batı dünyası gibi yaşamak, davranmak, hareket etme isteği. Bu zenginliği de uygarlığı da samimi bulmadığımdan benim için bir cazibe merkezi taşımıyor. Türkiye’nin onların geçtiği yoldan ilerleme gibi bir şansı yok; zaten büyük oranda bu benzetilmeye çalışılan medeniyetin egemenliği altında yaşıyor.

Bugün Amerika Irak’ta ne yapıyor, sorusunun cevabını vermeden batı medeniyeti üzerine bir cazibe hissedemeyiz.

Tarihten alınacak ya da çıkarılacak dersler yoksa o zaman neden tarihe tutunuyoruz? Bundan tam yüzyıl önce meşrutiyetin ilan edildiği Temmuz 1908’dekinden farksız bir altyapı eksikliği ile hareket eden yeni nihilistlerimiz var.

Bunun anlamı saltanatı savunmak, özgürlükten yana olmamak anlamı taşımıyor. Bu mantık fazlasıyla formeldir.

1908 Devrimi Osmanlı’ya neden mutluluk ve huzur getirmedi? Eksik olan şey İttihat ve Terakki’nin yapısı mıydı? Yoksa başa göre şapka durumu mu vardı?

Yüzyıl sonra Türkiye’nin yeni bir kaosa sürükleneceği o romantizminin gerçekliği var mı yok mu onu sorgulamak.

“Bu zaman değilse ne zaman,” sorusunun hemen peşine düşmeyecek kadar bilinçlendik, olgunlaştık.

kaynak:indigodergisi.com
***: yazı kimilerine kafa skici gelebilir ama ben beğendim, farklı bi bakış açısıyla yazılmış

Sylvia Plath



Plath'ın hayatına bir göz atalım. Alman bir babayla, Amerikalı bir annenin,1932 yılında dünyaya gelen kızlarıydı Sylvia. Disiplinli ve çalışkandı, en önemlisi de doğuştan yetenekli. Öyle ki, ilk şiirini 8 yaşında yazdı:

''Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya,
Yeniden doğuyor açınca gözlerimi,
Kafamın içinde yarattım seni galiba.''


Öğrencilik yıllarında, katılıp da kazanmadığı şiir yarışması yok denecek kadar azdı. Kendisini, her anlamda başarılı hissetmek istiyordu. Zamanının ünlü ve başarılı yazarlarıyla tanıştı. Onlarla bir arada bulunuyor olması, onlarla yarışması gerektiği anlamına geliyordu onun için. Herkesten iyi olmalıydı. Zamanla bu hırsının rahatsız edici boyutlara ulaşacağından habersizdi pek tabi...

Sylvia Plath gizdökümcü türün en önemli temsilcisidir. Birçoklarına göre Türkiye'de itiraf edebiyatı yok. İtiraf edebiyatı, kişinin kendisiyle ilgili bir durumu/olayı yazıya dökmesidir ya da travma yaratan bir olayın, yazıda yeniden sahnelenmesidir.

Küçük yaşta babasını kaybeden Sylvia için annesinin yeri apayrıydı. Kısa ömrü içinde, annesine yazdığı üç yüze yakın mektup bunun en belirgin örneği değil miydi zaten? Babasıyla aralarındaki uzaklığı, ona duyduğu öfkeyi, babasının ölümü ardından yazdığı şiirlerinde de görebiliyoruz:

''Baba, baba, seni piç,
Artık seninle işim tamamen bitti.''





Kimilerine göre, babasının erken ölüp, onu yalnız bıraktığını düşünen Sylvia, ona olan sitemini dile getirir bu dizeleriyle. Cambridge Üniversitesi'ne girdikten sonra, orada genç İngiliz şair Ted Hughes ile tanıştı. Kısa süre sonra evlendiler. Her ikisi de şair oldukları için, birbirlerinin şiirlerini eleştiriyorlar, yazımsal kaynaklarını paylaşıyorlardı. Ted, Sylvia için çok önemliydi. Onu, hayatında eksik olan erkek figürü yerine koymuştu. Ted'in beğenisi, tercihleri, Sylvia için çok önemliydi... Annesine yazdığı bir mektupta, ''Dünya üzerindeki, dengim olabilecek tek adam.'' diye bahsediyordu Ted'den. Evliliğinden iki çocuğu oldu. Çocukları olduktan sonra Sylvia, şair kimliğinin ötesinde bir ev kadınlığı misyonu üstlendi ve bu zamanla onu rahatsız etmeye başladı...

''Çay getirecek, baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak,
Bir el var, evlenir misin, garantisi var... ''





Çocukları doğduktan sonra Sylvia'nın aldatıldığını öğrenmesi, onun için büyük bir yıkım oldu. Dikkat çekecek kadar güzel olmadığını bilen ve bunu bir komplekse dönüştüren Sylvia için, eşi Ted artık bir düşmandı. Şiirlerinde, içinde kocasının da bulunduğu evini, canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetiyordu.


Sylvia, eşini affettikçe yeni bir aldatılma sorunuyla karşı karşıya geldi. Aldatılmak, erkekler tarafından yalnız kalmaya mecbur edilmek Sylvia'nın kaderiydi adeta... Önce ilk erkeği(babası) bırakıp gitmişti onu, şimdiyse yeryüzünde dengi olabilecek tek erkek... Zamanla erkeklere karşı, kendisinin de hakim olamayacağı bir nefret oluştu içinde. Yazdığı bir şiirinde, Hristiyan inancında insanların günahlarına kendisini kurban etmiş İsa'ya dahi öfkesini belirtebilecek kadar...


Hayatı boyunca manik-depresif bozuklukla uğraştı ve yaşadıkları tarafından altından kalkılamaz bir bunalıma itildi... Ted ile evlerini ayırdılar. Sylvia çocuklarıyla birlikte kaldığı evinde huzur arayışındaydı.


Hayatı boyunca tam üç kez intihar girişiminde bulunan Sylvia, ilk iki intiharında kurtarıldı. Ancak 11 Şubat 1963'te, son intihar girişiminde amacına ulaştı. İki çocuğu yataklarında uyurken, yanlarına kahvaltılık birer bardak süt ve bisküvi bıraktı. Ardından kapılarını kapatıp mutfağa geçti. Mutfakta fırını açıp kafasını içeri sokan Sylvia, bu şekilde intihar etti. Bir anne olarak, ardındaki çocuklarına hazırlayıp bıraktığı kahvaltının dışında, tüyler ürpertici bir detay daha mevcuttur. Çocuklarının mutfaktan dışarı çıkacak gazdan etkilenmelerini istememiş, kapılarını bantlarla kapayarak, içeri hava girişini engellemişti...


Kendini şöyle özetler Sylvia Plath: ''Mutlu olamam, yalnızca memnun olabilirim.'' Hayatında her on yılda bir intihar girişiminde bulunan Sylvia'nın sözlerine kulak verelim:


İşte yine yaptım
Her on yılda bir
Böyle bir tane beceririm

Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?
Acı nefesi
Ertesi gün yok olacak.

Yakında, çok yakında
Vahim bir öldür gücü
Evimde, etimde olacak

Ve ben işte gülümseyen bir kadın.
Daha sadece otuzunda.
Ve kedi gibi dokuz canlıyım.

Bu üçüncü sefer.
Ne lüzumsuzluk
On yılda bir imha.

Ölmek
Bir sanattır, herşey gibi.
Özellikle iyi yaparım.

Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi ölürüm.
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten ölürüm.
Sanki gider gibi bir davete.

Bunu yapmak çok kolay bir hücrede
Ölmek ve kımıldamamak
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi...


Birçok şiirinde ölmek istemediğini açıkça ifade eden Plath, ölerek unutulmayı değil, ölümüyle hatırlanmayı istemiş; intihar ederek, ölümü kendi tercihi olarak göstermiştir hayatında...



"Benim için şimdi sonsuzdur, sonsuz da sürekli olarak değişir, akar, erir. Yaşam bu andır. Geçip gittiğinde ölüdür artık. Ama her yeni anla birlikte yeniden başlayamazsınız, ölü olana göre yargılamak zorundasınız. Bataklık kumu gibi tıpkı... Daha başından umutsuz. Bir öykü, bir resim heyecanı biraz yenileyebilir ama yeterince değil. Şimdinin dışında hiçbir şey gerçek değildir, daha şimdiden yüzyılların ağırlığının beni boğduğunu duyumsuyorum. Bir zamanlar yüz yıl önce bir kız yaşamıştı, şimdi benim yaşadığım gibi. Sonra öldü... Ben şimdiyim, göçüp gideceğimi de biliyorum ama doruktaki o an, o parıltı... Gelip geçiyor sürekli bir bataklık kumu, ama ben ÖLMEK İSTEMİYORUM." Plath, Temmuz 1950, Massachussets, ABD

Yazdığı her şiirinin içine bir tutam gizem, bir tutam estetik bırakabilmiş, tüyler ürpertici dizelerin sahibi...

NOT1: Şair Nilgün Marmara'nın ölümü, Sylvia PLath'la ilişkilendirilir. Nilgün Marmara, ''Sylvia Plath'ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi'' isimli bir tez hazırlamış, Sylvia Plath'ın yaşam öyküsünden oldukça etkilenmiş ve otuz yaşındayken intihar etmiştir.
NOT2: Ryan Adams'ın ''Sylvia Plath'' isimli şarkısı dinlemeye değer.

***: piç kocası kadının hayatına sçmış bırakmış resmen, cehenneme git inşallah TED :D
aman allahım bütün hepsinin birer kıçı var ve hergün sıçıyorlar..bunu gizlemek için iş yemekleri ve kermesler düzenleyip,daha usturuplu kaka yapmak için öğretim üyeleri ve daha hızlı bok ulaşımı için şöförler yetiştiriyorlar..ıyyy..iğğğğ

19 Kasım 2008 Çarşamba

Hulk



GÜÇLERİ
Dr. Bruce Banner gamma ışınları ile uğradığı değişim sonucu Hulk adlı dev canavara dönüşür. Bu dönüşüm Banner'ın öfkelendiği ya da aşırı heyecana kapıldığı zamanlarda vücudunun fazla adrenalin salgılaması ile oluşur. Geçirdiği dönüşüm sebebiyle Banner'ın bilinci giderek yerine Hulk'un bilinci gelir. Hulk dünyanın en kuvvetli canlısıdır. İnanılmaz bir kuvvete ve dayanılılığa sahip olduğu gibi eğer yaralanırsa vücudu kendini çok hızlı yeniler. Hulk öfkelendikçe vücudu da daha fazla adrenalin salgılayacağından ne kadar uzun dövüşürse kuvveti de aynı oranda artar. Çok güçlü bacak kasları sayesinde çok yüksek ve uzun mesafelere zıplayarak seyahat edebilir. Muhteşem kuvveti yüzünden iki elini hızla çırpması şiddetli bir sonik patlama oluşturacak kadar kuvvetlidir.

BİYOGRAFİ

Dr. Brian ve karısı Rebecca Banner'ın tek çocuğu olan Robert Bruce Banner'ın doğduğu yer Dayton, Ohio'dur. Bruce alkolik babası tarafından sürekli dövülerek çok kötü bir çocukluk geçirdi. Gene babasının alkolün etkisinde olduğu bir anda annesi Bruce'u yanına alarak kaçmaya çalışırken kocası tarafından öldürüldü. Babası alkolizm tedavisi için bir enstitüye yerleştirilince Bruce'a teyzesi baktı. Geçirdiği kabus gibi çocukluğun anılarını içine gömen Bruce duygularını bastıran, içe kapanık bir kişilik edindi.

Bruce Banner nükleer fizik konusunda gerçek bir dahiydi ve Birleşik Devletler Savunma Departmanı'nın New Mexico'daki bir çöl üssünde çalışmaya başladı. Burada üssün komutanı General Thaddeus E. "Thunderbolt" Ross ve kızı Betty ile tanıştı. Bruce ve Betty Ross kısa sürede birbirlerine aşık oldular. Bruce yüksek oranda gamma radyasyonu yayan nükleer bir silah olan "gamma bombası" ya da "G-bombası" adıyla anılan silahı tasarladı.

Gamma bombasının ilk testi sırasında Bruce da bunu gözlemlemek için test sitesinin yakınlarındaki bir sığınaktaydı. Bir sivilin girilmesi yasak olan test alanında olduğunu farkedince iş arkadaşı Igor Starsky'e sivili güvenli alana götürmesini söyledi. Aslında kimlik değiştirmiş bir Sovyet ajanı olan Starsky Bruce'un sivili kurtarmak için test alanına girdiğini görmesine rağmen hiçbir şey yapmadı, çünkü Bruce'un ölümünün projeyi durduracağını umdu. Rick Jones adındaki genç sivile ulaşan Bruce onu hemen koruyucu alana fırlattı, fakat kendisi de güvenli alana giremeden gamma bombası patladı. Bruce Banner'ın vücudu çok yoğun miktarda radyasyona maruz kaldı.

En başlarda Bruce gün batımında yeşil derili dev Hulk'a dönüşüyor, gün doğumundaysa tekrar normal haline geri dönüşüm geçiriyordu. Kısa bir süre boyunca Bruce gizli laboratuarındaki aletler sayesinde dönüşümünü kontrol edebildi ve Hulk'a dönüştüğünde de kendi bilincinde kalmayı başarabildi. Fakat bu durum kısa sürdü ve Hulk'a dönüşüm geçirdiğinde Bruce'un bilincinden geriye çok az şey kalmaya ve çok çabuk öfkelenmeye başladı.

Hulk kendini zaman zaman süper-güçlü kahramanlar ya da suçlulara yardım ederken ya da savaşırken buldu. Bruce Banner kontrol edemediği Hulk dönüşümünün lanetiyle yıllar boyunca dünyayı dolaştı.

***OWW HULK KAHRAMANIM BENİM :p

17 Kasım 2008 Pazartesi

oradaki insanın şimdiye ebediyeti..

bu gün sanırsam biraz daha soğuk
ve bugün sanırsam saçlarım avuçlarıma biraz daha fazla batıyor..

sevdiğim gözlerime bakıyor kirpiklerim biraz fazla uzun diye sanki
o da yapıyor.. o da oynatıyor dudaklarını... o da bakıyor ayaklarına...
o da..

sevdiğim sen de mi oradaki insanın koluna giriceksin yarın?
sen de mi oradaki insanın şimdiye ebediyetine ortaksın?...

o kendi yarınlarını sıçıyor!!!

insanlar sanırsam nefes almıyorlar.
kendi dünyalarına ağır gelen gerçekleri, onların boklarını süpüren, umutları bi tarafına sürekli batan fakir çöpçülerin suratlarına tükürüyorlar...

evet o da..
evet evet sen de..

-"şimdi sende herkes gibisin" demek gelir o çöpçünün içinden...
Yok, deme kalsın.

Şairin yüzüne de tükürür bunlar.

Sejr

16 Kasım 2008 Pazar

Chinese Democracy



Rock muzigin kilometre taslarindan biri olan Guns N Roses in yillardir beklenen albumu Chinese Democracy nin cikis tarihi sonunda belli oldu.

Bir kac haftadir soylenti olarak dillerde donen haberlere sonunda bir resmi aciklama gelerek son noktayi koyulmus ve artik sadece 23 Kasim i beklemek kalmistir. GNR n resmi sitesinde de haber verilen ve geri sayima baslanan album fanlarda büyük bir sevince yol acmistir. Dile kolay 14 yildir bu album bekleniyor.

14 yıldır üzerinde çalışılan albümün yapımı 15 milyon dolardan fazla tuttu. Albümle aynı isimdeki şarkı (Chinese Democracy) 22 Ekim günü Amerikan ve İngiliz radyolarında çalınmaya başlandı.
Albümün açıklanan parça listesi şöyle:

01. "Chinese Democracy"
02. "Shackler's Revenge"
03. "Better"
04. "Street Of Dreams"
05. "If The World"
06. "There Was A Time"
07. "Catcher N' The Rye"
08. "Scraped''
09. "Riad N' The Bedouins"
10. "Sorry"
11. "I.R.S."
12. "Madagascar''
13. "This I Love"
14. "Prostitute"

Piyasada GNR'in Chenise Democracy'si hakkında çok dedikodu var. Hatta yukardaki listenin doğru bir liste olmadığını öne sürenler dahi var." Chinese Democracy (A-side) - Chinese Democracy (B-side) " olma ihtimali konuşulmuyor değil...

suck




Bloody-Disgusting.com’a göre , Alice Cooper, Iggy Pop ve Henry Rollins — Malcom McDowell ("Heroes", "Halloween") ve Jessica Pare ile birlikte — yeni vampir filmi "Suck"da oynayacaklar. Film bir "Rock 'n' roll vampir hicivi olacak ve rock yıldızı olmak isteyen bir grup insanın kayıt sözleşmesi ve ölümsüzlük peşinde koşmasından bahsedecek." dedi Rob Stefaniuk, "Suck" filminin yazarı ve direktörü, filmde de oynayacak...

Punisher - frank castle




Punisher (Cezalandırıcı), Gerry Conway, John Romita ve Ross Andru tarafından yaratılan ünlü bir çizgi roman karakteridir. İlk olarak The Amazing Spider-Man'ın 129'uncu sayısında (Şubat 1974) ortaya çıkan bir anti-kahramandır.
Güçleri: Herhangi bir süper gücü yoktur. Fakat yıllar süren savaş eğitimi almıştır. Silahlar konusunda uzmandır. Dövüş yeteneklerinin yanında diğer pek çok kahramanın aksine ölümcül silahları hiç tereddüt etmeden kullanması onu çok tehlikeli biri yapar. Üzerine ölümü simgeleyen bir kurukafa sembolü olan kurşun geçirmez bir zırh giymektedir. Frank Castle ideal bir askerdi. Amerikan Donanması'nda yüzbaşı olarak görev yapmaktayken dünyayı eşi ve çocukları için daha güvenli bir yer yapmaya çalıştığına inanıyordu. Üstün başarılarından ötürü birçok defa ödüllendirildi. Fakat mutlu bir şekilde sürmekte olan hayatı ailesiyle birlikte bir pikniğe gittiklerinde yerlebir oldu. Burada istemeden mafya adamlarının bir cinayetine tanık oldular. Şahit bırakmak istemeyen mafya adamları Castle Ailesi'ne ateş açtı. Frank'in eşi ve iki çocuğu öldürüldü, Frank ise onlara yardım edemez bir şekilde yaralanmıştı. Frank Castle yaşadı, fakat ailesinin ölümü aylar boyunca gözünün önünden gitmedi. O zaman yeni bir şey anladı: Savaş asla bitmemişti, sadece yeri ve düşmanların şekli değişmişti. Fiziksel olarak iyileştiğinde suça karşı tek kişilik bir savaş başlattı. Şehrin her köşesindeki kötülüğü temizleyecek ve asla mahkum almayacaktı. Üzerinde ölümün kafasının olduğu bir savaş zırhı kuşanıp koca bir askeri bölüğe yetecek kadar silahlanınca eşi ve çocuklarının ölümünden sorumlu tuttuğu mafya elemanlarını buldu ve onları infaz etti.
Kısa süre sonra ona bilgisayar ve teknik aletler konularında uzman Microchip lakaplı Linus Lieberman da katılıp geri plandan yardımcı olmaya başladı. Punisher'ın zaman zaman kostümlü bir maceracı olan Örümcek-Adam ile savaştığı ya da işbirliği yaptığı oldu. Bir başka kostümlü maceracı Daredevil ile de birlikte çalışmak zorunda kaldığı oldu. Daredevil Punisher'ın metodlarını beğenmemekteydi, çünkü Punisher diğer pek çok kahramanın aksine suçlu kişileri anında öldürmesi ile ün yapmıştı. Daredevil, Black Widow,Moon Knight ve Shang Chi'den oluşan bir grup Punisher'ın izini sürdü ve onu bulup adalete teslim ettiler. Fakat Frank Castle hapisane duvarlarının içindeyken bile suçlulara karşı olan savaşını sürdürdü. Ryker Adası'ndaki hapisanede tutulurken mafya için çalışan Jigsaw adlı bir adamın emriyle uyuşturucularla zehirlendi. Jigsaw'ın suratı Punisher yüzünden korkunç derecede yaralanmıştı ve intikam istiyordu. Uyuşturucular Punisher'ı yavaşça çıldırtmaya başladı. Punisher hapisaneden kaçtıktan sonra ufak çapta suçluları yoketmeye başladı. Kendisini zehirleyen uyuşturucunun etkilerinden kurtulmaya gayret gösterdi. Punisher suçla hiç bitmeyen savaşını güçlü bir mafya ailesi olan Gnucci'leri hedef alarak sürdürdü. Punisher ve Gnucci Ailesi arasındaki savaş sonunda Punisher'ın Gnucci Malikanesi'ni yakması ve liderlerini alevlerin içine atması ile sona erdi. Elite, Mr. Payback ve Holy adlı üç suçluyu da yokederek bu zaferini kutladı.

Hayallerini yak evi ısıt / seninle ölmeye bile hazırdım

Bu gece konuğumsun.
Karanlık, yırtıcı düşler ve küçük ölümlerle dolu bir ormandan geldin bana...
Perdenin aralığından sızan mahcup ay ışığı yorgun bedenini okşuyor...
Yanımda uyuyorsun. Kollarındaki, bacaklarındaki izleri, yaraları seyrediyorum.

Alımlı, uçumlu bedenine, diriliğine, büyülü gençliğine tutkuyla bağlı olduğun adamdan geliyorsun bana...
Dilsiz sevişmelerinden...
Onu başından beri hiç saklamadın benden.
Zaten ben yüzündeki solgunluktan, düş kırıklığından, gözlerinin sık sık boşluğa düşmesinden anlamıştım hemen.
Zaten yalanlarla yaşayamazsın sen...

Ama gerçeği anlayınca içimdeki resim darmadağın olmuştu bir anda. Resimdeki kırmızı ev yıkılmış, çiçekler ezilmiş, resimdeki bahçenin kapısı kırılmıştı...
Neden, demiştim sana, son bir umutla ve belki bir mucize olur, bana hiç beklemediğim bir gerekçe söylersin diye, tıpkı ölüm mahkumlarının son anda bir kurtuluş haberi beklemeleri gibi...
Gözlerime baktın. Evladını terk etmeye hazırlanan bir anne gibi baktın bana. Bir yalan aradın, buldun belki, ama söyleyemedin.
Yalanlarla yaşayamazsın sen...

İçimdeki resim tutuşmaya başlamıştı. Resimdeki küçük çelimsiz, siyah önlüklü çocuk ağlıyordu umutsuzca...
İçimdeki resim yanıyordu. Çocukluk sevinçleri, düşler inançlar yanıyordu. Resimdeki siyah önlüklü çocuk nereye kaçacağını bilmiyordu...
Yakana sarıldım ve neden? diye bağırdım seni sarsarak: Neden seviştin onunla? ..
Seni sarsmam, yakana sarılmam, sana bağırmam senden güçlü olduğum için değildi. Tam aksine uçuruma düşüyordum, elimi tutup, bırakmaman içindi...
Gözlerin yine bilinmeyen bir boşluğa takılmıştı. Bir süre sustun. Sonra konuştun. Sesin hayat kadar yabancıydı, hayat kadar acımasız, hayat kadar gerçekti...

İçimde tanıyamadığım bir başka kadın daha var, dedin. Ve o kadın onun çekiciliğine karşı koyamıyor... Öylesine büyülü bir yakışıklığı, öylesine küstah bir kendini beğenmişliği var ki kendime engel olamıyorum...

Bu gece konuğumsun...
Karanlık, yırtıcı düşler, küçük ölümlerle dolu bir ormandan geldin yanıma...
Perdenin aralığından sızan mahcup ay ışığı yorgun bedenini okşuyor...
Kollarındaki, bacaklarındaki yaraları, izleri seyrediyorum...

Yanımda, öylesine masum uyuyorsun ki... Bu masumiyetinin arkasında nelerin saklı olduğunu, içinde, sana da yabancı olan o kadını bilmeyi öyle çok isterdim ki...
Sahi, kimdi o kadın? Güçlü, yakışıklı, kıskanç, sahiplenen, hatta küstah, seni inciten, üzen ve kendini beğenmiş erkeklere bu denli çeken neydi onu... O kadını bu parçalanmışlığa sürükleyen kirli ve hastalıklı merak neydi? ..
İçindeki o bin yıllık ezilmişlik bu ezilmişliğin hastalıklı hazzı mıydı karşı koyamadığı...

Kişiliğini parçalayan, iradeni felce uğratan, gururunu tamamen teslim alan bu ruhsuz sevişmelere onu hangi derin eksiklik çağırıyordu...
Sahi, kimdi o içindeki senin bile tanıyamadığın kadın? ...
Bana çekiciliğine karşı koyamadığın bir başkasıyla seviştiğini söylediğin günden sonra haftalarca görüşmemiştik.
Aşkınla çok derinlere gömdüğümü sandığım güvensizliklerim, komplekslerim, korkularım gömüldükleri yerden hiç olmadıkları kadar güçlenmiş ve acımasız inatlarıyla ortaya çıkmışlardı yeniden...

Haklı olmanın, bir suçlu bulup yargılamanın rahatlığını hiç tatmamıştım ki...
Ortada bir yıkım, bir ihanet, bir suç varsa kimsede değil, hep kendimde arardım ben...
Günlerce seni değil, kendimi yargılayıp durmuştum.
Bedenimi aşağılamıştım acımasızca.

Neden ben de içindeki kadını büyüleyen o adam gibi yakışıklı, güçlü, gösterişli bir bedene sahip değildim? ...
Neden bağlandığın o genç adam gibi seni sınırlayıp sahiplenmiyor, üzüp incitmiyor, içindeki o bin yıllık ezilmişliği tahrik etmiyordum? ...
Neden benim de dudaklarımın kenarında kendini beğenmiş ve küstâh bir gülümseyiş yoktu onun gibi...
O görmüştü de, neden ben seninle onca yıl beraber olduğum halde içindeki sana yabancı olduğunu söylediğin kadını görmemiştim...
Saçma, rezil, karanlık düşüncelerdi, ama ne yazık ki gerçekti...

Ama en çok neyini kıskandım biliyor musun? Onun önünde elbiselerini çıkartıp soyunmanı, sevişirken adeta sayıklar gibi söylediğin ve bana dünyanın en masum sözleri gibi gelen o ayıp sözcükleri ona da söylüyor olmanı ve bir de onun yanında uykuya dalışını kıskandım...

Ama asıl acı olan bir gün ansızın seni kıskanmaktan vazgeçişimdi...
Bir gün ansızın öyle büyük bir yokluğa düşmüştüm ki, bu yoklukta her şeye olan inancımı yitirmiştim...

İnsan ancak birine inanıyorsa onu kıskanırdı... Sen yokken her sabah dünyaya gözlerimi açıp, etrafıma baktığımda, burası neresi, diyordum, kimim ben, kim bu insanlar, şimdi ben bu koca gün ne yapacağım? diye düşünüyordum. Sanki bu hayatla ilgili bildiğim her şeyi unutmuştum...

Ta ki sen bir gece vakti gözyaşlarıyla kapımı çalıncaya kadar...

Öylesine bağlılıkla, öylesine susamışlıkla sarılıyordun ki bana, sanki birden rollerimiz değişmişti, şimdi sen uçurumun kenarındaydın, seni tutması, koruması gereken annen bendim senin...
Sana, senin bana sarıldığın gibi sarılmasam senin resmin dağılacaktı... İçindeki kadın sana büyük bir tuzak hazırlamıştı. Bedenin, ezilmişliğin, karanlık önyargılarla koşullanmış güdülerin doyuyordu, ama ruhun öylesine susuz kalmış, kişiliğin öylesine parçalanmıştı ki...

Çünkü yakışıklı bedenine vurulduğun, dudağının kenarındaki o küstah ve kendini beğenmiş gülüşüne hayran olduğun genç adamla ruhunla, duygularınla ilgili konuşacak, paylaşacak hiçbir şeyin yoktu...

Bedeninin onu özlüyordu, ruhun beni...

İçindeki, o yabancın olan kadın, arzuladığında genç adama, onun iri, gösterişli bedenine, ipeksi, gergin kaslarına, bitip tükenmek bilmeyen cinsel enerjisine, seni küçümseyen, acıtan o küstah yakışıklılığına gidiyor, susuz kalan ruhun içinse bana geliyordun...

Peki, beni seninle birlikte olmaya iten neydi? Neden bırakıp gidemiyordum seni? .. Aşkta yasak olana, imkansızlığa, mutsuzluğa duyduğum merak mı çekiyordu şimdi seni bana...

Yoksa ne ondan, ne de benden vazgeçemediğin için yaşadığın acıya, parçalanmışlığa duyduğum merhamet için mi bırakamıyordum seni...
Artık benimle o bir zamanlar tutkuyla bağlandığım bedenini paylaşamıyordun.

Artık sevişmiyorduk seninle. En azından dürüsttük bu kadar kendimize ve bir başkasına...
Ama çıplak bedeninden çok daha mahrem ve sahici olan düşlerini, duygularını, acılarını paylaşıyordun benimle...

Çok küçükken, dayının sana yaptığı cinsel tacizi mesela. Bugüne dek kimselere anlatamamıştın bunu... Aramızda cinsellik olmayınca artık ben de seninle her şeyimi korusuzca konuşabiliyordum... Düşlerimi, annemi nasıl derin bir sevgiyle sevdiğimi, rüyalarımda onunla nasıl seviştiğimi, o büyük utancımı, karanlık iç dünyamı, doyumsuzluklarımı hasta, yaralı ruhumu... Aramızda cinsellik olmayınca artık üzerinde iktidar kurmayı asla düşünmüyor, seni denetlemiyor, seninle gizliden gizliye rekabet etmiyordum... Olmadığımız gibi görünmeye çalışmıyor, güvensizlikten kaynaklanan sahte üstünlük duygularımızı tatmin etmek için birbirimize kapris yapmıyorduk. Sıradanlığın o büyülü içtenliğini yakalamıştık...

Kendimizle, hayatla, her şeyle alay ediyorduk... Karanlık ormanından bana geldiğin bir geceydi, hiç unutmuyorum. Yatak odasına girecektim ki, içerden, çocuksu ve adeta mahcup bir sesle: Soyunuyorum, içeri gelme, demiştin... Önce, böyle deyişine çok şaşırmıştım. Sen benim yıllardır birlikte olduğum bir insandın. İlk anda mahcubiyetine bir anlam verememiştim. İçeri salona geçtim. Sonra bir sigara yakıp düşündüm... Düşündüm... Bu mahcubiyetin, soyunuyorum, içeri gelme deyişin, bana çok anlamlı geldi birden... İçim sevinçle, umutla doldu... Ve o an seninle her şeye yeniden başlamaya karar verdim... Buna hazırdım...

Seninle ölmeye bile hazırdım...

Soyunuyorum, içeri gelme, deyişin, bir kez daha aşık etmişti beni sana... İlk kez gibi... Ve bütün ilkler gibi sonsuz bir arzuyla...

Cezmi Ersöz

Yeni enerji kaynağı



Yağmur damlalarının kinetik enerjisini elektrik enerjisine dönüştüren bir sistem

It's Raining Energy. Hallelujah! :p

merak edenler

http://dsc.discovery.com/news/2008/02/07/raindrops-energy.html

'den ayrıntılı olarak bilgilenebilirler

15 Kasım 2008 Cumartesi

lucifer lşjşh


hiçliği belli sonumuza, tükenen arzular peşinde, meyilliyiz bi yerde, seçimsiz sevgilere

Zararlı hayatlarımızı yaşıyoruz
Getirildiğimiz bu yerde
Sızmış zamanlarımızın peşinde
Götürülene kadar

Uyumsuz aşklarımız vardı
Yalnızlığımıza çare
Döşenmiş yollar yapıldı
Sonumuza hedef

Hiçliği belli sonumuza
Tükenen arzular peşinde
Meyilliyiz bir yerde
Seçimsiz sevgilere

Hiçliği belli sonumuza
Tükenen arzular peşinde
Meyilliyiz bir yerde
Seçimsiz sevgilere

Karapaks- Zararlı Hayatlar




John Fante



John Fante (1909-1983), İtalyan kökenli, üç çocuklu, yoksul bir ailenin üyesi olarak 1909 yılında, ABD’de Colorado’da doğdu. Çocukluğu, yoksulluğa ve İtalyan-Katolik ayrımcılığa karşı mücadele ile geçti. Annesi takıntılı bir dindardı; babası ise geçici işlerde çalışan başına buyruk biriydi. Üç erkek kardeşin en büyüğü olarak, aile içerisindeki duygusal dalgalanmalardan nasibini çokça aldı.

Fante’nin babası başka bir kadın için ailesini terk ettiğinde bu olay, aile için bir dönüm noktası olmuştur. Anne Fante, sinir krizlerine yenik düşüp yaşamını depresyonlarla kurulu bir dünyanın içinde geçirmiştir. Bu olay, küçük yaşta Fante’yi derinden etkilemiş; toplumsal anlamda umursamazlığı genel tavır olarak benimsemesine neden olmuştur. John Fante’nin romanlarında toplumsal anlamda bir tavırdan çok bireysel bir yaşam karşıtlığı görülmesinin temelinde de bu umursamazlığın ve içe dönüklüğün etkisi vardır. Çocukluk ve ilk gençlik dönemini Bahara Kadar Bekle Bandini’de olanca açıklığıyla anlatmaktadır.

Birçok yazar gibi Fante de kendi değişken egosunu yaratmış bir yazardır. Eserlerinin baş kişisi Arturo Bandini, ki kendi yaşamıyla özdeşleştirdiği bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır, Güneydoğu Kaliforniya kasabalarında, ağır koşullara sahip düşük ücretli işlerde çalışarak hayatta kalmaya çalışan, İtalyan-Amerikan arada kalmışlığını fikirleri ve davranışlarıyla çokça belli eden, kızgın bir gençtir. Kendi tabiriyle, her şeyin içine tükürür.

Colorado Üniversitesi’ni yarım bırakıp yazmak için 1929’da Los Angeles’e geldiğinde Fante işe televizyon yazarlığı ile başlamış ve bu işi “İsa’nın krallığındaki en iğrenç iş” olarak tanımlamıştır. Full of Life, Something for a Lonely Man, Walk on the Wild Side film yapılmış senaryolarından bazılarıdır.

1932´de ilk kısa öyküsü The American Mercury´de yayınlanmıştır. Bunun devamında, The Atlantic Monthly, Esquire, Harper´s Bazaar gibi dergilerde öyküleri çıkmıştır.

İlk romanı Los Angeles’e Giden yol’u 1936’da yayınevlerine basılması için götürse de olumlu bir yanıt alamamış, ancak ikinci denemede romanı Bahara Kadar Bekle Bandini’yi 1938 yılında yayımlatmayı başarmıştır. İki önemli dergide bu romanı yılın en iyi romanlarından biri olarak lanse edilmiştir.

Romanları, Bahara Kadar Bekle Bandini, Los Angeles’e giden Yol, Toza Sor, Bunker Tepesi Düşleri, otobiyografik ve işlenmemiş düz yazının bir birleşimidir. Tüm bu romanlar, yaşamından kesitleri barındırmaktadır.

Fante’nin Edebiyat çevresi tarafından yeniden keşfedilmesinde ve fanatik bir hayran kitlesi kazanmasında, 1980’lerde Bukowski tarafından yapıtlarının tekrar basılması için başlattığı kampanyanın büyük bir etkisi olmuştur. Bukowski 1979’da John Fante üzerine yazdığı yazıda ona hayranlığını açıkça belli etmiştir. Bu yazının Bukowski severleri John Fante’ye yakınlaştırdığı da bir gerçektir.

Şöyle yazmıştır Bukowski:
“Derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Bir kaç paragraf okudum. Sonra çöplükte altın bulmuş gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler sayfada yuvarlanıyorlardı, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü enerjisi vardı. Cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu; sayfaya oyulmuşlardı sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla içiçe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın bir mucizeydi… Kütüphane kartım vardı. Kitabı alıp odama götürdüm, yatağıma uzandım, okumaya başladım ve çok geçmeden farklı bir üslup geliştirmiş biri ile karşı karşıya olduğumu biliyordum. Kitabın adı "Toza Sor" yazarı ise John Fante´ydi. Fante´nin yazarlığıma ömür boyu sürecek bir etkisi olacaktı.

1955’ten itibaren şeker hastası olan Fante, 1978 yılında hastalığının artmasıyla körlüğe yakalandı; son romanı Bunker Tepesi Düşleri’ni eşi ile birlikte tamamladı.

Fante, 8 Mayıs 1983’te 74 yaşında Los Angeles’te öldü.

***: Fante, bukowski'nin her fırsatta övdüğü, övmekte de haksız olmadığı, iyi bi yazar, benzetmeleri insanı gerçekten etkiliyor. Bütün bu yorumları tek bi kitabını okuyarak yapıyor olmam belki saçma ve erkenden olucak ama yapıyorum işte. - Üzümün Kardeşliği- iyi kitap, bi ara vakit bulursanız okuyun

düşlerimi aldılar

düşlerimi aldılar
gülüşlerimi aldılar
benim hayata, senin hayata, bizim hayata bakışlarımızı aldılar
aaaah düşününcee,soruyorum bunlar nereye kadar
soruyorum düşenlere kim bakaar

dağlarımı aldılar
denizlerimi aldılar
benim hayata, senin hayata, bizim hayata duruşlarımızı aldılar
aaah düşününcee, ah düşününce soruyorum bunlar nereye kadar
soruyorum düşenlere kim bakar

karapaks- düşlerimi aldılar

14 Kasım 2008 Cuma

12 Kasım 2008 Çarşamba




11 Kasım 2008 Salı

Trendeki döküntüler - 2

Yer: Mavi Tren 10.11.2008/PAZARTESİ
ANKARA-BASMANE

UZAYLI KARALAHANALAR YORGO’YA, SÜLEYMAN’A ve MİNE’ YE SÖVDÜLER

Sonunda uyandım diyemiyorum, çünkü çok az uyuyabildim. Uyanır uyanmaz mistik düşünceler beni teker teker idam etmeye başladı. Uzaylılara benzeyen karalahanalar gördüm düşümde. Onlara –Seni tanımayan yok bu şehirde şarkısını mırıldandım. Salaş meyhanedeki Yorgo’ya, kır kahvesindeki Süleyman abiye, batakhanedeki Mine’ye sövdüler toptan.

Bugünün sabahı ortalama bir sabahtan farksız. Mekan, zaman ve ben farklıyız ama gün hala ortalama bir gün, lanet olasıca. Fucktowski okumak edepsiz dilimi fena etkilemiş. Bir süre bukowski okumasam iyi olucak. O bu durumla karşı karşıya kalsa söyleyeceği şu olurdu eminim. – siktir git, Bukowski. O zaman ne diyoruz, s.git buko.

Tünelden geçiyoruz, tünel hakkında karanlık yorumlar yapmak ister ruhum, ama beynim diyor ki o yalnızca bir tünel, siksen 200 metreyi geçmez. Ne bir son, ne bir kıç ne de bir cehennem çukuru. Ne diye hak etsin karanlık yorumları. Tüm bunları beynim söylemiyor, fazla yazdım. Hepsini ben uydurdum neyse.

‘’Hey, Britney…Are you ready? A-ha… Ar yu? :< That’s all. Take me to your home.’’ diye sesleniyor, Britney, Madonna’ya. Kafayı kırmışlar. Madonna da ona şöyle sesleniyor. ‘’ Baby, loose your control. Come here I’ ve got sth to show you.’’ salak şarkı. 18 saat trende kalıp, bütün mp3 çaları 5 kez dinledikten sonra tüm şarkılar balon joje gibi şişiriyor beyninizi. O yüzden size tavsiyem 4-5 GB ‘lık bişey alın,garip şarkılarla doldurun ki vs vs….

4 önümdeki koltukta oturan kadın gazetesini tek gözlü canavar gibi kafasının üzerindeki gözüyle mi okuyor nedir, neyse gazetesinden bir başlık çaldım. Onunla ilgili dandik efsaneler uyduriyim hemen, işim yok nasıl olsa. Başlık şu ‘’ Ben ablaysam bu mesajlar ne?’’ yanında da Bülent Ersoy’un resmi vardı gözlerim beni yanıltmadıysa. Saçmalık ötesi bi durum. Neden mi? Eskiden erkek olan şimdi kadın olduğunu sanan bi yaratığın bu cümleyi kurması gayet mantıksız. Bu varlığın kendisinin ‘’abla’’ olabileceğine inanmasıysa Sokrates’in tavuk kanadıyla uçması kadar komik.

Savaştepe istasyonunda bi amca bindi trene. Saykonun teki bence. 15 nolu koltuğa oturmuş, önümde oturan kıza da sürekli bu 28 mi diye soruyor. : D Ona buradan diyorum ki ‘’ yeter çek git güneşimden‘’.

Ha, bu arada.Geçen nete girdim. ‘’mynet bok olmuş, nickler kanallar gitmiş dedi biri’’.3-5 kro bu anı bekliyormuş hep, sistem göçse de bi kaç gereksiz kanalı daha nüfuzumuza geçirsek diye. Sksinler kanallarınızı :)

Çok argo dolu bi yazı oldu, farkındayım. ama şurda sokak edebiyatı yapıyoruz, hatta sokak bile değil tren edebiyatı.öf berbatım. Ne istersem onu yazarım. RAMBO kadar cesaretim olsa kaçırırdım seni diyerek yazıma son veriyorum.

Leviathan

Trende döktürdüğüm sokak edebiyatı tadında yazılmış güncelerden seçmeler

Yer: Mavi Tren - PAZAR / 9.11.2008

ANKARA-BASMANE

KAN DÜNYADAKİ İBNELERİN SOYUNU KURUTSA KEŞKE

‘’Kan, dünyadaki bütün ibnelerin soyunu kurutsa keşke’’ diye saçma bir cümle kurdu. Bu onun dışkılama isteğini kamçılayan sahte bir orospuydu sanki. Kamçılıyor, her defasında ruhunda derin yaralar açan bir kusma isteği uyandırıyordu. Tren biletimiydi ki bu işin bitince yırtıp atasın. Acımasız olunmamalıydı o yüzden sevenlere karşı. Yoksa acımasız orospular kamçılardı bedeninizi. Yine aynı cümle yankılanıyordu beyninde. Ama bunun bir önemi yoktu.

Önde oturan yaşlı amca utanmasa tükürüverecekti ciğerlerini elime. Sonrada sövse iyi olur diye düşündüm. Bu ona serseri bi hava katardı. Belki eski günlerdeki boktan, kokuşmuş, çılgın attığı gecelere dönerdi birden gece. Yanında oturan karısı tam 17 saat uyudu. Kafası güzeldi heralde.
Farketti ki çoğu zaman kendinden 3. Tekil şahıs gibi bahsediyordu. Bu ne sikim işti? Bu şu sikim bir işti ki siz anlamazsınız. Kimi kendini bilmez yorumlar bunu –utangaçlık- şeklinde, kimisi der ki –sevimli olma isteği. Ama ben diyorum ki bu, ruhun bedene sığamaması, kimi zaman beden dışına çıkıp zırvalaması.

Elimde Konfüçyüs’ten Toynbee’ye kadar ortaya çıkmış olan büyük öğretileri anlatan siktiri boktan bi kitap var. Tam 1700 km dir onu taşıyorum, neredeyse paramparça oldu, üstelik benimde değil. Okuyamıyorum. Okusam, götlerin cirit attığı elit çevrelerde bi kaç piçi göt ederdim mutlaka,ama sanırım okumayacağım onu. Çünkü değersiz içindekiler. Bugüne değin 10-15 yaşlı budalanın hayatı nasıl yorumladığı kimin umurunda? Kafayı kırmış, popoyu yarmışlar herifler. ‘’İnsan iyi midir, kötü müdür?’’, ‘’ Neden yaşıyoruz?’’, ‘’Toplumsal hayatın getirileri ve götürüleri nelerdir?’’ diyerek.

Sorular sorulmalı ama cevapları pek önemli değiller bence. Birini niye seviyorum diye sormalı insan zaman zaman kendine, ama cevabını yazacak olsam şuraya kağıt bile ufalanıp bu ana şahit olmamayı yeğlerdi, öyle sanıyorum. ‘’öyle sanıyorum’’ kalıbını daha önce okuduğum bi kitaptan çalmış olabilirim, yabancı gelmedi gözüme.

Konu dağılmadan başka sorularda sormalı insan kendine. ‘’ Aldatmak nedir? ’’, ‘’ Sevmediğin birine neden ve nasıl seni seviyorum dersin?’’ vb. sorular. Dediğim gibi cevaplar problem değil. Soru sorun kendinize, salak cevaplar verin. Budur bizi özgür kılan.

Bir mandalinadır insanın gözüne ışık getiren, mandalinadır, balina değil.

Yan koltuktaki kız çok mülayim, şokella fabrikasının işçileri görünümünde, üniversite talebesi görevinde bir maldı. Bütün yol boyunca 250 sayfalık Elle ( Magazin dergisinin) resimlerine elleriyle dokunarak fetişist duygular barındırdığını gözüme soktu. Okuma yazma bilmiyor muydu, biraz pişmaniye yedirsem öğrenir miydi? 250 sayfaya dokunulur mu, tamam derginin adı Elle,ama mesajı yanlış almış. Ellemeyeceksin yavrem. Neyse, bu kız hakkında bu kadar çok saçma şey düşünüldüğünü öğrense intahar ederdi sanıyorum.

Bugün bi dükkana girdim. Üstüme başıma bi kaç şey aliyim maksadıyla. Yaşlı kurt kadın, az kalsın donuma kadar ütülüycekti beni. Bi kazak deniyorum, anında yanımda beliriyor, etiketi söküyor, üstünde kalsın fln diyor. Maymuna benzettim bu hareketini. Neyse güzel şeyler aldım.

Şimdi uyuma vakti. Tren camına kafamı dayayıp, bi kaç beyin hücremi katletmeyi planlıyorum. Bu arada Elle dergisini okuyan kızın çantasındaki sarı paketli ıslak mendil, Lays paketini andırıyor. Acıktım galiba. Kıza sövdüm içimden. Salla :))) Sanırım ben deliyim.

Leviathan